11 Ocak 2013 Cuma



Gönül Sazı
ani bir ressam düşlediği resmi ufak fırça darbeleriyle tualin üzerine yansıtır ya… İnsan da hayatta yediği fırça darbeleri ile çoğu kez zihninden silinip giden bir takım gerçekleri canlı bir tablo berraklığında tekrar hatırlıyor.Her şey bir fırçayla başladı…

— Bu ne beyefendi!
— Reçine almamızı istemiştiniz hocam...
— İyi de ben sizden bunu mu istedim?
— Hayır hocam siz “Kaplan marka siyah reçine” istemiştiniz…
— Peki bu Dominquez ne oluyor o zaman!
— Ben kemençemin yayını tamire götürdüm ya
hocam…
— Evet…
— Tavsiye ettiğiniz lutiyeye (çalgı onaran veya yapıp satan kimse) gittim. O da dedi ki, bu yayın yıkanıp taranması gerekiyor…
— Sonra…?
— Yıkandı tarandı, tertemiz oldu…
— Eee…!
— Kemençeyle çalışmaya başlayabilmem için reçine gerekiyor ya hani... Gittiğim lutiyede Kaplan marka reçine yokmuş. Ben de şimdilik bunu aldım.
— Hay Allah sizin iyiliğinizi versin emi! Yıkanıp tarandıktan, tertemiz olduktan sonra yayınıza, bu uyduruk reçineyi mi sürdünüz? Of offf…! Harun Bey ben şimdi size ne diyeyim Allah aşkına yaa!
— Ama hocam! Lutiye dedi ki; “Bu reçine de olurmuş...Reçinenin rengi zaten aslında siyah değil sarıymış…Kaplan ile Dominquez arasında fark yokmuş ki!Ben sonra sizin istediğiniz reçineyi de alırım…Kemençe hocası başladı sitem etmeye… Neler neler demedi ki. Bildiğiniz fırça faslı…
— Yirmi lira daha fazla verseydiniz ya! Bu adi reçineyi almak yerine en kalitelisini alsaydınız olmaz mıydı?
— Mesele fiyatı değildi ki ama…
— Aması maması yok. Kemençeniz vik vik ötüp duracak! Doğru düzgün bir ses çıkaramayacaksınız sazınızdan… Burada kemençe hocası olan; bu işe yıllarını veren; reçinenin hangisi olur hangisi olmaz bunu bilen; benim! Siz de öğrencisiniz… Siz  benim dediklerimi mi yapacaksınız, yoksa başkalarının saçmalıklarını mı dinleyeceksiniz?
Yapılan bir hata sonrası insanın rahatsızlığını kat kat artıran iç sıkıntısı… Üzerine de sos olarak biraz mahcubiyet…
Peki ne olmuştu da bu böyle olmuştu?
Sazı tamir için götürdüğüm lutiyenin iğvasına, aldatmacasına kapılmıştım. Hocamın ısrarla üzerinde durduğu doğru reçine alımı konusunda, hem de bile bile hata yapmıştım.
Şimdi de gazaba gelen hocanın bu azarını hak ediyordum.
Madem bir enstrüman çalmayı öğrenmek istiyordum. Bu işin hiç de şakası olmadığını şimdi görüyordum. O hâlde bu işe gerektiği ciddiyeti vermeliyim.
Yaptığım yanlışı, şimdiye kadar bana öğretilenlerin ışığında tekrar gözden geçirdim.
Mademki gidip; “Sen benim hocamsın, ben de senin öğrencinim” diyerek bu insanın hoca olduğuna iman ettim… Bana söylenenleri harfiyen uygulamam gerekiyordu o hâlde… Hatta hocamın birçok buyruğunu yerine getirmiş olsam bile, bazılarını yapmamak bir öğrenciyi sıkıntıya sokabiliyordu.
Bir de hocamdan korkmadan, bir saz tamircisini ona ortak koşmadım mı? Kızdığına üzülmeyi bırak, hocanın beni cezalandırmadığına ne kadar şükretsem yeri vardı.
Ondan sonraki hoca-saztalebe ilişkisinde önceki bilgilerimden istifadeye devam kararı verdim. Zira bir insanın öğreneceği şeyleri, mevcut bilgileriyle kıyaslaması işini son derece kolaylaştırıyordu.
Hatta arada kurduğum bu benzerlikler ilk günler epey eğlenceli olmuştu.
Hoca tahtaya nota değerlerini yazıp da “Bunları bilmek her sâzendeye farz-ı ayındır” buyurduğunda:
— Yaşasın tecvit, diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Çünkü hocanın birlik nota dediği, şu bizim bildiğimiz medd-i tabiî, ikilik nota ise medd-i munfasıl oluyordu. Üçlük nota medd-i ârız veya medd-i muttasıl, dörtlük notalar da medd-i lâzıma tekabül ediyordu...
Sınıf arkadaşlarım metronomun tik taklarıyla kafa patlatadursun, ben yay çekerken içimden “veleddââââllîîîn, innââ a’taynâ” kelimelerinin medlerini çekiyordum.
Sonraki günlerden birinde güzel bir benzerlik daha yakalayıverdim.
Bir kendime baktım aynada bir de elimdeki kemençeye…
— Bu enstrüman bana ne kadar da çok benziyor, diyerek tebessüm ettim.
Söz konusu enstrüman klasik kemençe ise, bunun insandan ne farkı vardı ki? Aynı insan hâlet-i rûhiyesi misali, çabucak değişip bozuluveren akordu bir yana… En basitinden, notaları doğru düzgün çalabilmek için bile, birkaç yıl çalışmayı göze almak gerekiyordu. Tıpkı insanoğlunun kendi emsalleri nazarında kabule şayan basit bir iş çıkarabilmek için yıllarca uğraşması gibi…
Çalmak için uğraşıp durduğu sazın nasıl meydana geldiğini merak edince olanlar oldu… Gönlünde en ufak bir şüpheden, tereddüdün en basitinden dahi iz kalmadı.
Çöl toprağı gibi kupkuru bir odun parçası yontulmak üzere kudretli bir sanatkârın mâhir ellerine düşecekti önce. En hassas özelliklere sahip olması ve milimetrik ölçülere uyması gerekiyordu. Sonra da bu ölçüye uymayan en ufak fazlalıktan bile eser kalmayıncaya kadar en kesilecek, biçilecekti…
Bir ağaç parçasının kemençe olana dek geçirdiği safhaları izlerken, sanki kendiyaratılışına şahit oluyordu. O an gönül sazının tellerinde bir  notası titreyiverdi:
—  ihe illâ ente haktenî…
Nasıl ki insan, bir yaratıcının sanat harikası ise bir enstrüman da bir saz ustasının eseri değil miydi? Dini inancı ne olursa olsun, ister dindar isterse dinsiz olsun fark etmez… Çalabilmek için yıllarını verdiği enstrümanın bir tesadüfler zinciri sonucunda kendiliğinden ortaya çıkmış bir alet olduğunu hangi müzisyen kabul ederdi ki? En basitinden en mükemmeline, en ucuzundan bir servet kadar değerli olanına kadar her müzik âleti, kendisini meydana getiren bir ustaya işaret etmez
miydi?
Peki sanatının takdir edilmesini isteyen hangi usta kendisinden daha büyük bir sanatkârı inkâr edebilirdi ki?
Benzerlikler bu kadarla kalmadı tabii ki…
Tıpkı Rabbimin yarattığı enstrüman kullarına emir ve yasakları olduğu gibi kemençeyi var eden saz ustasının da bu saza yönelik emir ve yasakları vardı.
“Sazını temiz tutacaksın! Kutusunda muhafaza edeceksin! Gövdesine asla su değmeyecek! Rutubetli yere bile koymayacaksın. Yayına elini sürmeyeceksin. Çalmadığın zamanlarda şu şekilde koyacaksın…”
Hem sazın öğreniminde hem de icrası esnasında pek çok benzer nokta daha vardı.
Nasıl ki her din bir Peygamberden öğreniliyordu. Enstrüman da her şeyden önce bir hoca rehberliğinde öğrenilmiyor muydu? Varlığı vacip olan bu hocanın da, talebelerinin hayatına yönelik bir takım tasarrufları oluyor, kendisine tâbî olanların hayatını tanzim ediyordu:
— Sazı şöyle tutup yayı böyle çekeceksiniz. Başka türlü olmaz, parmaklarınız şu şekilde duracak. Bayan öğrenciler tırnaklarına kesinlikle oje sürmeyecek… Her gün en az bir buçuk iki saat çalışacaksın… Daha fazlasını (nâfile) yapabilirseniz ne âlâ…
Bu işe gönül verenler, iş hayatları ne kadar yoğun olursa olsun, bu çalışma temposuna ayak uydurmayı da peşinen kabul etmiş oluyorlardı.
Bir yerden sonra benzerlik bulma işi bir başka işe daha benzedi; çorap söküğü…
Nasıl ki kendinize rehber edindiğiniz din büyükleri vardır, bir dinin ulemâsı vardır, evliyâsı vardır… Onların hâlini, tavrını taklit edersiniz. Saz işinde de durum aynısıydı. Bir virtüözün, saz üstadının ardınca gidivermek en emin ve garantili yol oluyordu sizin için.
Gelmiş geçmiş en büyük üstatların, senelerce dillerden düşmeyen besteler bırakmış unutulmaz bestekârların eserlerini icra ediyorsanız eğer; her şeyden önce şunu bilecektiniz: Haddinizi…
Bir besteyi kafanıza göre çalamazsınız. Eserin bir notasını dahi değiştiremezsiniz…
Bestedeki üçlük notayı ikilik mi çaldınız? Bir notayı çalmanız gerekenden biraz pes veya tiz mi basıyorsunuz? Hoca hazretleri tarafından icranız kabul edilmiyordu. Hulûs-i kalb ile bütün eseri bir daha edâ ediyordunuz…
Bir yere takılan çorap söküle söküle nihayet biter ya! Benzerlik bulmaya takılan aklım da bir şeyi fark edince bitti tükendi. Çünkü o gün sazımın akordunu düzelteyim derken iyice bozmuştum.
Hocanın ellerine bıraktığım kemençe akort edilirken bu sefer bambaşka bir şeyi keşfettim…
Hocamla aramda bilgi seviyesinden başka çok ciddi bir fark daha vardı: Kulak farkı…
Hoca sazın sesini dinleyip kemençenin burgularını sıkıyor, tekrar sesini dinleyip burguyu biraz gevşetiyordu. Bu birkaç kere tekrar etti… Hoca her seferinde sesin tonunu dikkatle dinliyordu. Sesler arasındaki farkı ayırt edemeyen ben ise tam bir hayret içindeydim:
Helal olsun vallahi! Hiçbir şey anlamıyordum; ama hoca akort aleti bile kullanmadan,sadece kulağıyla dinleyerek sazı akort edivermişti...”
“Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine sahip ol.” sözünün ne demek olabileceğini işte o gün anladım.
O günden sonra kendimce düşüncelere daldım…
Her gün bir, iki saat çalıştığı eseri hocasına götürüp dinletince: “Olmamış!” diyen hocası, talebesinin gayretini kâfi görmüyor, ondan razı olmuyordu.
Peki yaşanan koca bir ömür ne olacaktı? Sürekli birileri tarafından aldatılıp yalan yanlış bir sürü nağmeyle dolduruyordu hayatın portrelerini…
Hiçbir notayı doğru dürüst basamadığı akordu atmış bir gönül sazıyla kalıvermişti şimdi. “Hadi bir çal bakalım!” denilince; ilâhî notalarla bezm-i elestte bestelenmiş hayatın hangi nağmesini düzgün çalabilir, bu yalan yanlış icrayı kime kabul ettirebilirdi ki?
Hayatı baştan sona bir imtihanken, bu hayatı herhangi bir okul imtihanı kadar olsun kâle almış mıydı? Kendisine hayat vereni, ona ders veren bir hoca kadar olsun hesaba katmış mıydı?
— Kulum bu ne!
— Kalp ya Rabbi…
— Ben senden bunu mu istedim?
— K… kal… Kalb-i selim demiştin…
— …?
— Ama… Ya Rabbi… İnsanlar bana şey dedi… Böyle de olurmuş…
— …!!!

Yazar: Harun Kırkıl 
kaynak alıntı: http://gencdergisi.com

0 yorum:

Yorum Gönder