20 Kasım 2013 Çarşamba


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dünkü grup toplantısında kullandığı "ulan" kelimesi, Türkiye'de, özellikle de sosyal medya da bir anda günün en çok tartışılan konularından biri haline geldi. Erdoğan'ın 'Ulan' kelimesiyle ne demek istediğine dair ilk açıklama TİKA'dan geldi.


Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın Başkanı Serdar Çam, "bilmeyenlere duyurulur" diyerek başladığı twitter' dan paylaştığı mesajda, "ulan" kelimesinin Orta Asya'daki Türk lehçelerinde "oğlan" kelimesiyle eş anlamlı olduğunu söyledi.
Çam, "ulan" kelimesinin, Orta Asya'da cümle içinde nasıl kullanıldığına ilişkin örnek de verdi. Çam'ın twitter'dan verdiği örnek şöyle; "Bakar mısın delikanlı = bakar mısın ulan".

TÜRK DİL KURUMU'NDA 'ULAN'

Türk Dil Kurumu'nun hazırladığı Büyük Türkçe sözlükte ise, "ulan" kelimesinin şöyle açıklanıyor;

ULAN:  ünl. kaba 1. Ey: “Ulan, bizim sokak çocukları ne insan şeyler be!” -M. Ş. Esendal. 2. Öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözü: “Uşaktım ulan ne olacak, dediği zaman kimse sesini çıkarmazdı.” -S. F. Abasıyanık.

Güncel Türkçe Sözlük
ULAN: Genellikle erkek çocuklara seslenme, çağırma ünlemi.

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü
ULAN: Oğlan

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü
ULAN:  a, a.., vay vay, yerine kullanılan bir şaşkınlık ünlemi.

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü "

kaynak:milliyet


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dünkü grup toplantısında kullandığı "ulan" kelimesi, Türkiye'de, özellikle de sosyal medya da bir anda günün en çok tartışılan konularından biri haline geldi. Erdoğan'ın 'Ulan' kelimesiyle ne demek istediğine dair ilk açıklama TİKA'dan geldi.


Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın Başkanı Serdar Çam, "bilmeyenlere duyurulur" diyerek başladığı twitter' dan paylaştığı mesajda, "ulan" kelimesinin Orta Asya'daki Türk lehçelerinde "oğlan" kelimesiyle eş anlamlı olduğunu söyledi.
Çam, "ulan" kelimesinin, Orta Asya'da cümle içinde nasıl kullanıldığına ilişkin örnek de verdi. Çam'ın twitter'dan verdiği örnek şöyle; "Bakar mısın delikanlı = bakar mısın ulan".

TÜRK DİL KURUMU'NDA 'ULAN'

Türk Dil Kurumu'nun hazırladığı Büyük Türkçe sözlükte ise, "ulan" kelimesinin şöyle açıklanıyor;

ULAN:  ünl. kaba 1. Ey: “Ulan, bizim sokak çocukları ne insan şeyler be!” -M. Ş. Esendal. 2. Öfke ve nefret anlatan bir seslenme sözü: “Uşaktım ulan ne olacak, dediği zaman kimse sesini çıkarmazdı.” -S. F. Abasıyanık.

Güncel Türkçe Sözlük
ULAN: Genellikle erkek çocuklara seslenme, çağırma ünlemi.

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü
ULAN: Oğlan

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü
ULAN:  a, a.., vay vay, yerine kullanılan bir şaşkınlık ünlemi.

Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü "

kaynak:milliyet

11 Ocak 2013 Cuma


Ne Kadar Özgürüz?

Her yerde “Özgürlükten” dem vuruluyor.  Evde, işte, tatilde, sosyal ortamlarda sıkça bu kavramdan bahsedildiğini duyuyoruz. İstesek de istemesek de kulağımızda bu kelime hep yankılanıp duruyor. Ama çoğumuz bu kelimenin gerçekte ne ifade ettiği hakkında pek fazla bilgiye sahip değiliz. Peki özgürlük;
Reklamlarda bahsedildiği gibi seçtiğimiz araba markası mıdır?
Dağların en tepe noktasına tırmanan sırt çantalı kızın hali midir?
Ailesine karşı gelip, kendi istediğini yapan kişinin ahvali midir?

Özgürlük, istediğimiz arabayı alabilmek, sırt çantasıyla dağlara tırmanabilmek veya herkese karşı gelerek istediğini yapmak değildir.

Peki, gerçekten nedir özgürlük?

Yapabilme gücün olan her şeyin tersini yapabilir olmaktır. Vazgeçebilmektir. Özgürlüğün sınırı vazgeçememe noktasıdır der Deneyimsel Öğreti.  Vazgeçebileceğin ama vazgeçmediğin, yapabileceğin ama yapmadığın, kızabileceğin ama kızmadığın, sahip olacakken sahip olmadığın, terk edecekken terk etmediğindir özgürlük.  Her şeyi kaybedince ya da her şey bitince yeniden başlayabilmektir. Düşünce tek başına ayağa kalkabilmektir. Hastalanınca, şimdi ne yapmalıyım diye düşünebilmektir. Yani çözüm üretebilmektir.

Bağımlılıklarımızı özgürlük zannediyoruz: İstediğimiz yerde yiyip içmeyi, sürekli tüketmeyi, zevklerimizi sınırsızca yaşıyor olmayı özgürlük zannediyor olabiliriz. Yani aslında bağımlılıklarımızı özgürlük zannediyor olabiliriz. Oysaki insan bunlara hiç ihtiyaç duymadığında özgürdür. Yani bir yemeğin yanında içecek içmeyi alışkanlık haline getirmişse kişi, içeceksiz yemekten keyif alamıyorsa artık o konuda özgür değildir. Yani bağımlıdır. Bir şeyi içmesi değil, içmiyor olmasıdır özgürlük. Alışveriş yaparak kendisini mutlu hisseden bir kişi, para harcamayı özgürlük zannediyor olabilir. Oysa alışverişe gerek duymadan keyfinin yerinde olabilmesidir özgürlük. Yani kişinin ihtiyaçlarının az olması halidir. Ki bunun için üretime ihtiyaç vardır.

Tibet’e gidip yoksunluğun içinde yoksun davranmak kolaydır. Ama “Şehir Hayat’ının” tam ortasında yoksun davranabilmek insanın ne kadar özgür olduğuyla alakalıdır. Varken yoku yaşayabilmektir.  En acıktığın zaman bile lokmanı başkasına verebilmektir. Oturup keyif yapabilecekken, üretime devam edebilmektir. Bizler kendimize yetebilecek, tek başımıza ayakta durabilecek marifetlere sahip olabilirsek ancak özgür olabiliriz. Becerilerimizi arttırarak marifetleniriz. Annemiz çayımızı ayağımıza getirirken, babamız cebimize para koyarken özgür olamayız. Bize yapılan her hizmette, her aldığımız bedelle bir pranga daha ekleriz kendimize. Kendimizden değil hep başkasından bekler hale geliriz. Biz üretmeyi bilmeyenlerden oluruz. Hazıra konup, tüketenlerden oluruz.

Bizler nasıl özgür oluruz?
Özgür olmak insanın yapıp ettikleriyle gelen bir ikramiyedir. Bizler bedel ödeyerek marifetleniriz. Annemizin getireceği çayı beklemek yerine, çay demlemeyi öğrenirsek özgürleşiriz. Babamızın cebimize koyacağı parayı beklemek yerine, nasıl para kazanabileceğimizi çözdüğümüzde özgürleşiriz. Beklentilerimizi kendimizden beklemeye başladığımızda özgürleşiriz. Veresiye yaşamayı bırakıp, alacaklı olarak yaşadığımızda özgürleşiriz.

Ve unutmayalım ki arpa ekilen tarladan, buğday bekleyemeyiz. Ektiğimizi biçeriz. Ektiğimiz bedelimiz olursa ürünümüz özgürlük olur.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Yeşim Hoşer
donusumkonagi.net


Ne Kadar Özgürüz?

Her yerde “Özgürlükten” dem vuruluyor.  Evde, işte, tatilde, sosyal ortamlarda sıkça bu kavramdan bahsedildiğini duyuyoruz. İstesek de istemesek de kulağımızda bu kelime hep yankılanıp duruyor. Ama çoğumuz bu kelimenin gerçekte ne ifade ettiği hakkında pek fazla bilgiye sahip değiliz. Peki özgürlük;
Reklamlarda bahsedildiği gibi seçtiğimiz araba markası mıdır?
Dağların en tepe noktasına tırmanan sırt çantalı kızın hali midir?
Ailesine karşı gelip, kendi istediğini yapan kişinin ahvali midir?

Özgürlük, istediğimiz arabayı alabilmek, sırt çantasıyla dağlara tırmanabilmek veya herkese karşı gelerek istediğini yapmak değildir.

Peki, gerçekten nedir özgürlük?

Yapabilme gücün olan her şeyin tersini yapabilir olmaktır. Vazgeçebilmektir. Özgürlüğün sınırı vazgeçememe noktasıdır der Deneyimsel Öğreti.  Vazgeçebileceğin ama vazgeçmediğin, yapabileceğin ama yapmadığın, kızabileceğin ama kızmadığın, sahip olacakken sahip olmadığın, terk edecekken terk etmediğindir özgürlük.  Her şeyi kaybedince ya da her şey bitince yeniden başlayabilmektir. Düşünce tek başına ayağa kalkabilmektir. Hastalanınca, şimdi ne yapmalıyım diye düşünebilmektir. Yani çözüm üretebilmektir.

Bağımlılıklarımızı özgürlük zannediyoruz: İstediğimiz yerde yiyip içmeyi, sürekli tüketmeyi, zevklerimizi sınırsızca yaşıyor olmayı özgürlük zannediyor olabiliriz. Yani aslında bağımlılıklarımızı özgürlük zannediyor olabiliriz. Oysaki insan bunlara hiç ihtiyaç duymadığında özgürdür. Yani bir yemeğin yanında içecek içmeyi alışkanlık haline getirmişse kişi, içeceksiz yemekten keyif alamıyorsa artık o konuda özgür değildir. Yani bağımlıdır. Bir şeyi içmesi değil, içmiyor olmasıdır özgürlük. Alışveriş yaparak kendisini mutlu hisseden bir kişi, para harcamayı özgürlük zannediyor olabilir. Oysa alışverişe gerek duymadan keyfinin yerinde olabilmesidir özgürlük. Yani kişinin ihtiyaçlarının az olması halidir. Ki bunun için üretime ihtiyaç vardır.

Tibet’e gidip yoksunluğun içinde yoksun davranmak kolaydır. Ama “Şehir Hayat’ının” tam ortasında yoksun davranabilmek insanın ne kadar özgür olduğuyla alakalıdır. Varken yoku yaşayabilmektir.  En acıktığın zaman bile lokmanı başkasına verebilmektir. Oturup keyif yapabilecekken, üretime devam edebilmektir. Bizler kendimize yetebilecek, tek başımıza ayakta durabilecek marifetlere sahip olabilirsek ancak özgür olabiliriz. Becerilerimizi arttırarak marifetleniriz. Annemiz çayımızı ayağımıza getirirken, babamız cebimize para koyarken özgür olamayız. Bize yapılan her hizmette, her aldığımız bedelle bir pranga daha ekleriz kendimize. Kendimizden değil hep başkasından bekler hale geliriz. Biz üretmeyi bilmeyenlerden oluruz. Hazıra konup, tüketenlerden oluruz.

Bizler nasıl özgür oluruz?
Özgür olmak insanın yapıp ettikleriyle gelen bir ikramiyedir. Bizler bedel ödeyerek marifetleniriz. Annemizin getireceği çayı beklemek yerine, çay demlemeyi öğrenirsek özgürleşiriz. Babamızın cebimize koyacağı parayı beklemek yerine, nasıl para kazanabileceğimizi çözdüğümüzde özgürleşiriz. Beklentilerimizi kendimizden beklemeye başladığımızda özgürleşiriz. Veresiye yaşamayı bırakıp, alacaklı olarak yaşadığımızda özgürleşiriz.

Ve unutmayalım ki arpa ekilen tarladan, buğday bekleyemeyiz. Ektiğimizi biçeriz. Ektiğimiz bedelimiz olursa ürünümüz özgürlük olur.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Yeşim Hoşer
donusumkonagi.net



Gönül Sazı
ani bir ressam düşlediği resmi ufak fırça darbeleriyle tualin üzerine yansıtır ya… İnsan da hayatta yediği fırça darbeleri ile çoğu kez zihninden silinip giden bir takım gerçekleri canlı bir tablo berraklığında tekrar hatırlıyor.Her şey bir fırçayla başladı…

— Bu ne beyefendi!
— Reçine almamızı istemiştiniz hocam...
— İyi de ben sizden bunu mu istedim?
— Hayır hocam siz “Kaplan marka siyah reçine” istemiştiniz…
— Peki bu Dominquez ne oluyor o zaman!
— Ben kemençemin yayını tamire götürdüm ya
hocam…
— Evet…
— Tavsiye ettiğiniz lutiyeye (çalgı onaran veya yapıp satan kimse) gittim. O da dedi ki, bu yayın yıkanıp taranması gerekiyor…
— Sonra…?
— Yıkandı tarandı, tertemiz oldu…
— Eee…!
— Kemençeyle çalışmaya başlayabilmem için reçine gerekiyor ya hani... Gittiğim lutiyede Kaplan marka reçine yokmuş. Ben de şimdilik bunu aldım.
— Hay Allah sizin iyiliğinizi versin emi! Yıkanıp tarandıktan, tertemiz olduktan sonra yayınıza, bu uyduruk reçineyi mi sürdünüz? Of offf…! Harun Bey ben şimdi size ne diyeyim Allah aşkına yaa!
— Ama hocam! Lutiye dedi ki; “Bu reçine de olurmuş...Reçinenin rengi zaten aslında siyah değil sarıymış…Kaplan ile Dominquez arasında fark yokmuş ki!Ben sonra sizin istediğiniz reçineyi de alırım…Kemençe hocası başladı sitem etmeye… Neler neler demedi ki. Bildiğiniz fırça faslı…
— Yirmi lira daha fazla verseydiniz ya! Bu adi reçineyi almak yerine en kalitelisini alsaydınız olmaz mıydı?
— Mesele fiyatı değildi ki ama…
— Aması maması yok. Kemençeniz vik vik ötüp duracak! Doğru düzgün bir ses çıkaramayacaksınız sazınızdan… Burada kemençe hocası olan; bu işe yıllarını veren; reçinenin hangisi olur hangisi olmaz bunu bilen; benim! Siz de öğrencisiniz… Siz  benim dediklerimi mi yapacaksınız, yoksa başkalarının saçmalıklarını mı dinleyeceksiniz?
Yapılan bir hata sonrası insanın rahatsızlığını kat kat artıran iç sıkıntısı… Üzerine de sos olarak biraz mahcubiyet…
Peki ne olmuştu da bu böyle olmuştu?
Sazı tamir için götürdüğüm lutiyenin iğvasına, aldatmacasına kapılmıştım. Hocamın ısrarla üzerinde durduğu doğru reçine alımı konusunda, hem de bile bile hata yapmıştım.
Şimdi de gazaba gelen hocanın bu azarını hak ediyordum.
Madem bir enstrüman çalmayı öğrenmek istiyordum. Bu işin hiç de şakası olmadığını şimdi görüyordum. O hâlde bu işe gerektiği ciddiyeti vermeliyim.
Yaptığım yanlışı, şimdiye kadar bana öğretilenlerin ışığında tekrar gözden geçirdim.
Mademki gidip; “Sen benim hocamsın, ben de senin öğrencinim” diyerek bu insanın hoca olduğuna iman ettim… Bana söylenenleri harfiyen uygulamam gerekiyordu o hâlde… Hatta hocamın birçok buyruğunu yerine getirmiş olsam bile, bazılarını yapmamak bir öğrenciyi sıkıntıya sokabiliyordu.
Bir de hocamdan korkmadan, bir saz tamircisini ona ortak koşmadım mı? Kızdığına üzülmeyi bırak, hocanın beni cezalandırmadığına ne kadar şükretsem yeri vardı.
Ondan sonraki hoca-saztalebe ilişkisinde önceki bilgilerimden istifadeye devam kararı verdim. Zira bir insanın öğreneceği şeyleri, mevcut bilgileriyle kıyaslaması işini son derece kolaylaştırıyordu.
Hatta arada kurduğum bu benzerlikler ilk günler epey eğlenceli olmuştu.
Hoca tahtaya nota değerlerini yazıp da “Bunları bilmek her sâzendeye farz-ı ayındır” buyurduğunda:
— Yaşasın tecvit, diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Çünkü hocanın birlik nota dediği, şu bizim bildiğimiz medd-i tabiî, ikilik nota ise medd-i munfasıl oluyordu. Üçlük nota medd-i ârız veya medd-i muttasıl, dörtlük notalar da medd-i lâzıma tekabül ediyordu...
Sınıf arkadaşlarım metronomun tik taklarıyla kafa patlatadursun, ben yay çekerken içimden “veleddââââllîîîn, innââ a’taynâ” kelimelerinin medlerini çekiyordum.
Sonraki günlerden birinde güzel bir benzerlik daha yakalayıverdim.
Bir kendime baktım aynada bir de elimdeki kemençeye…
— Bu enstrüman bana ne kadar da çok benziyor, diyerek tebessüm ettim.
Söz konusu enstrüman klasik kemençe ise, bunun insandan ne farkı vardı ki? Aynı insan hâlet-i rûhiyesi misali, çabucak değişip bozuluveren akordu bir yana… En basitinden, notaları doğru düzgün çalabilmek için bile, birkaç yıl çalışmayı göze almak gerekiyordu. Tıpkı insanoğlunun kendi emsalleri nazarında kabule şayan basit bir iş çıkarabilmek için yıllarca uğraşması gibi…
Çalmak için uğraşıp durduğu sazın nasıl meydana geldiğini merak edince olanlar oldu… Gönlünde en ufak bir şüpheden, tereddüdün en basitinden dahi iz kalmadı.
Çöl toprağı gibi kupkuru bir odun parçası yontulmak üzere kudretli bir sanatkârın mâhir ellerine düşecekti önce. En hassas özelliklere sahip olması ve milimetrik ölçülere uyması gerekiyordu. Sonra da bu ölçüye uymayan en ufak fazlalıktan bile eser kalmayıncaya kadar en kesilecek, biçilecekti…
Bir ağaç parçasının kemençe olana dek geçirdiği safhaları izlerken, sanki kendiyaratılışına şahit oluyordu. O an gönül sazının tellerinde bir  notası titreyiverdi:
—  ihe illâ ente haktenî…
Nasıl ki insan, bir yaratıcının sanat harikası ise bir enstrüman da bir saz ustasının eseri değil miydi? Dini inancı ne olursa olsun, ister dindar isterse dinsiz olsun fark etmez… Çalabilmek için yıllarını verdiği enstrümanın bir tesadüfler zinciri sonucunda kendiliğinden ortaya çıkmış bir alet olduğunu hangi müzisyen kabul ederdi ki? En basitinden en mükemmeline, en ucuzundan bir servet kadar değerli olanına kadar her müzik âleti, kendisini meydana getiren bir ustaya işaret etmez
miydi?
Peki sanatının takdir edilmesini isteyen hangi usta kendisinden daha büyük bir sanatkârı inkâr edebilirdi ki?
Benzerlikler bu kadarla kalmadı tabii ki…
Tıpkı Rabbimin yarattığı enstrüman kullarına emir ve yasakları olduğu gibi kemençeyi var eden saz ustasının da bu saza yönelik emir ve yasakları vardı.
“Sazını temiz tutacaksın! Kutusunda muhafaza edeceksin! Gövdesine asla su değmeyecek! Rutubetli yere bile koymayacaksın. Yayına elini sürmeyeceksin. Çalmadığın zamanlarda şu şekilde koyacaksın…”
Hem sazın öğreniminde hem de icrası esnasında pek çok benzer nokta daha vardı.
Nasıl ki her din bir Peygamberden öğreniliyordu. Enstrüman da her şeyden önce bir hoca rehberliğinde öğrenilmiyor muydu? Varlığı vacip olan bu hocanın da, talebelerinin hayatına yönelik bir takım tasarrufları oluyor, kendisine tâbî olanların hayatını tanzim ediyordu:
— Sazı şöyle tutup yayı böyle çekeceksiniz. Başka türlü olmaz, parmaklarınız şu şekilde duracak. Bayan öğrenciler tırnaklarına kesinlikle oje sürmeyecek… Her gün en az bir buçuk iki saat çalışacaksın… Daha fazlasını (nâfile) yapabilirseniz ne âlâ…
Bu işe gönül verenler, iş hayatları ne kadar yoğun olursa olsun, bu çalışma temposuna ayak uydurmayı da peşinen kabul etmiş oluyorlardı.
Bir yerden sonra benzerlik bulma işi bir başka işe daha benzedi; çorap söküğü…
Nasıl ki kendinize rehber edindiğiniz din büyükleri vardır, bir dinin ulemâsı vardır, evliyâsı vardır… Onların hâlini, tavrını taklit edersiniz. Saz işinde de durum aynısıydı. Bir virtüözün, saz üstadının ardınca gidivermek en emin ve garantili yol oluyordu sizin için.
Gelmiş geçmiş en büyük üstatların, senelerce dillerden düşmeyen besteler bırakmış unutulmaz bestekârların eserlerini icra ediyorsanız eğer; her şeyden önce şunu bilecektiniz: Haddinizi…
Bir besteyi kafanıza göre çalamazsınız. Eserin bir notasını dahi değiştiremezsiniz…
Bestedeki üçlük notayı ikilik mi çaldınız? Bir notayı çalmanız gerekenden biraz pes veya tiz mi basıyorsunuz? Hoca hazretleri tarafından icranız kabul edilmiyordu. Hulûs-i kalb ile bütün eseri bir daha edâ ediyordunuz…
Bir yere takılan çorap söküle söküle nihayet biter ya! Benzerlik bulmaya takılan aklım da bir şeyi fark edince bitti tükendi. Çünkü o gün sazımın akordunu düzelteyim derken iyice bozmuştum.
Hocanın ellerine bıraktığım kemençe akort edilirken bu sefer bambaşka bir şeyi keşfettim…
Hocamla aramda bilgi seviyesinden başka çok ciddi bir fark daha vardı: Kulak farkı…
Hoca sazın sesini dinleyip kemençenin burgularını sıkıyor, tekrar sesini dinleyip burguyu biraz gevşetiyordu. Bu birkaç kere tekrar etti… Hoca her seferinde sesin tonunu dikkatle dinliyordu. Sesler arasındaki farkı ayırt edemeyen ben ise tam bir hayret içindeydim:
Helal olsun vallahi! Hiçbir şey anlamıyordum; ama hoca akort aleti bile kullanmadan,sadece kulağıyla dinleyerek sazı akort edivermişti...”
“Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine sahip ol.” sözünün ne demek olabileceğini işte o gün anladım.
O günden sonra kendimce düşüncelere daldım…
Her gün bir, iki saat çalıştığı eseri hocasına götürüp dinletince: “Olmamış!” diyen hocası, talebesinin gayretini kâfi görmüyor, ondan razı olmuyordu.
Peki yaşanan koca bir ömür ne olacaktı? Sürekli birileri tarafından aldatılıp yalan yanlış bir sürü nağmeyle dolduruyordu hayatın portrelerini…
Hiçbir notayı doğru dürüst basamadığı akordu atmış bir gönül sazıyla kalıvermişti şimdi. “Hadi bir çal bakalım!” denilince; ilâhî notalarla bezm-i elestte bestelenmiş hayatın hangi nağmesini düzgün çalabilir, bu yalan yanlış icrayı kime kabul ettirebilirdi ki?
Hayatı baştan sona bir imtihanken, bu hayatı herhangi bir okul imtihanı kadar olsun kâle almış mıydı? Kendisine hayat vereni, ona ders veren bir hoca kadar olsun hesaba katmış mıydı?
— Kulum bu ne!
— Kalp ya Rabbi…
— Ben senden bunu mu istedim?
— K… kal… Kalb-i selim demiştin…
— …?
— Ama… Ya Rabbi… İnsanlar bana şey dedi… Böyle de olurmuş…
— …!!!

Yazar: Harun Kırkıl 
kaynak alıntı: http://gencdergisi.com



Gönül Sazı
ani bir ressam düşlediği resmi ufak fırça darbeleriyle tualin üzerine yansıtır ya… İnsan da hayatta yediği fırça darbeleri ile çoğu kez zihninden silinip giden bir takım gerçekleri canlı bir tablo berraklığında tekrar hatırlıyor.Her şey bir fırçayla başladı…

— Bu ne beyefendi!
— Reçine almamızı istemiştiniz hocam...
— İyi de ben sizden bunu mu istedim?
— Hayır hocam siz “Kaplan marka siyah reçine” istemiştiniz…
— Peki bu Dominquez ne oluyor o zaman!
— Ben kemençemin yayını tamire götürdüm ya
hocam…
— Evet…
— Tavsiye ettiğiniz lutiyeye (çalgı onaran veya yapıp satan kimse) gittim. O da dedi ki, bu yayın yıkanıp taranması gerekiyor…
— Sonra…?
— Yıkandı tarandı, tertemiz oldu…
— Eee…!
— Kemençeyle çalışmaya başlayabilmem için reçine gerekiyor ya hani... Gittiğim lutiyede Kaplan marka reçine yokmuş. Ben de şimdilik bunu aldım.
— Hay Allah sizin iyiliğinizi versin emi! Yıkanıp tarandıktan, tertemiz olduktan sonra yayınıza, bu uyduruk reçineyi mi sürdünüz? Of offf…! Harun Bey ben şimdi size ne diyeyim Allah aşkına yaa!
— Ama hocam! Lutiye dedi ki; “Bu reçine de olurmuş...Reçinenin rengi zaten aslında siyah değil sarıymış…Kaplan ile Dominquez arasında fark yokmuş ki!Ben sonra sizin istediğiniz reçineyi de alırım…Kemençe hocası başladı sitem etmeye… Neler neler demedi ki. Bildiğiniz fırça faslı…
— Yirmi lira daha fazla verseydiniz ya! Bu adi reçineyi almak yerine en kalitelisini alsaydınız olmaz mıydı?
— Mesele fiyatı değildi ki ama…
— Aması maması yok. Kemençeniz vik vik ötüp duracak! Doğru düzgün bir ses çıkaramayacaksınız sazınızdan… Burada kemençe hocası olan; bu işe yıllarını veren; reçinenin hangisi olur hangisi olmaz bunu bilen; benim! Siz de öğrencisiniz… Siz  benim dediklerimi mi yapacaksınız, yoksa başkalarının saçmalıklarını mı dinleyeceksiniz?
Yapılan bir hata sonrası insanın rahatsızlığını kat kat artıran iç sıkıntısı… Üzerine de sos olarak biraz mahcubiyet…
Peki ne olmuştu da bu böyle olmuştu?
Sazı tamir için götürdüğüm lutiyenin iğvasına, aldatmacasına kapılmıştım. Hocamın ısrarla üzerinde durduğu doğru reçine alımı konusunda, hem de bile bile hata yapmıştım.
Şimdi de gazaba gelen hocanın bu azarını hak ediyordum.
Madem bir enstrüman çalmayı öğrenmek istiyordum. Bu işin hiç de şakası olmadığını şimdi görüyordum. O hâlde bu işe gerektiği ciddiyeti vermeliyim.
Yaptığım yanlışı, şimdiye kadar bana öğretilenlerin ışığında tekrar gözden geçirdim.
Mademki gidip; “Sen benim hocamsın, ben de senin öğrencinim” diyerek bu insanın hoca olduğuna iman ettim… Bana söylenenleri harfiyen uygulamam gerekiyordu o hâlde… Hatta hocamın birçok buyruğunu yerine getirmiş olsam bile, bazılarını yapmamak bir öğrenciyi sıkıntıya sokabiliyordu.
Bir de hocamdan korkmadan, bir saz tamircisini ona ortak koşmadım mı? Kızdığına üzülmeyi bırak, hocanın beni cezalandırmadığına ne kadar şükretsem yeri vardı.
Ondan sonraki hoca-saztalebe ilişkisinde önceki bilgilerimden istifadeye devam kararı verdim. Zira bir insanın öğreneceği şeyleri, mevcut bilgileriyle kıyaslaması işini son derece kolaylaştırıyordu.
Hatta arada kurduğum bu benzerlikler ilk günler epey eğlenceli olmuştu.
Hoca tahtaya nota değerlerini yazıp da “Bunları bilmek her sâzendeye farz-ı ayındır” buyurduğunda:
— Yaşasın tecvit, diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Çünkü hocanın birlik nota dediği, şu bizim bildiğimiz medd-i tabiî, ikilik nota ise medd-i munfasıl oluyordu. Üçlük nota medd-i ârız veya medd-i muttasıl, dörtlük notalar da medd-i lâzıma tekabül ediyordu...
Sınıf arkadaşlarım metronomun tik taklarıyla kafa patlatadursun, ben yay çekerken içimden “veleddââââllîîîn, innââ a’taynâ” kelimelerinin medlerini çekiyordum.
Sonraki günlerden birinde güzel bir benzerlik daha yakalayıverdim.
Bir kendime baktım aynada bir de elimdeki kemençeye…
— Bu enstrüman bana ne kadar da çok benziyor, diyerek tebessüm ettim.
Söz konusu enstrüman klasik kemençe ise, bunun insandan ne farkı vardı ki? Aynı insan hâlet-i rûhiyesi misali, çabucak değişip bozuluveren akordu bir yana… En basitinden, notaları doğru düzgün çalabilmek için bile, birkaç yıl çalışmayı göze almak gerekiyordu. Tıpkı insanoğlunun kendi emsalleri nazarında kabule şayan basit bir iş çıkarabilmek için yıllarca uğraşması gibi…
Çalmak için uğraşıp durduğu sazın nasıl meydana geldiğini merak edince olanlar oldu… Gönlünde en ufak bir şüpheden, tereddüdün en basitinden dahi iz kalmadı.
Çöl toprağı gibi kupkuru bir odun parçası yontulmak üzere kudretli bir sanatkârın mâhir ellerine düşecekti önce. En hassas özelliklere sahip olması ve milimetrik ölçülere uyması gerekiyordu. Sonra da bu ölçüye uymayan en ufak fazlalıktan bile eser kalmayıncaya kadar en kesilecek, biçilecekti…
Bir ağaç parçasının kemençe olana dek geçirdiği safhaları izlerken, sanki kendiyaratılışına şahit oluyordu. O an gönül sazının tellerinde bir  notası titreyiverdi:
—  ihe illâ ente haktenî…
Nasıl ki insan, bir yaratıcının sanat harikası ise bir enstrüman da bir saz ustasının eseri değil miydi? Dini inancı ne olursa olsun, ister dindar isterse dinsiz olsun fark etmez… Çalabilmek için yıllarını verdiği enstrümanın bir tesadüfler zinciri sonucunda kendiliğinden ortaya çıkmış bir alet olduğunu hangi müzisyen kabul ederdi ki? En basitinden en mükemmeline, en ucuzundan bir servet kadar değerli olanına kadar her müzik âleti, kendisini meydana getiren bir ustaya işaret etmez
miydi?
Peki sanatının takdir edilmesini isteyen hangi usta kendisinden daha büyük bir sanatkârı inkâr edebilirdi ki?
Benzerlikler bu kadarla kalmadı tabii ki…
Tıpkı Rabbimin yarattığı enstrüman kullarına emir ve yasakları olduğu gibi kemençeyi var eden saz ustasının da bu saza yönelik emir ve yasakları vardı.
“Sazını temiz tutacaksın! Kutusunda muhafaza edeceksin! Gövdesine asla su değmeyecek! Rutubetli yere bile koymayacaksın. Yayına elini sürmeyeceksin. Çalmadığın zamanlarda şu şekilde koyacaksın…”
Hem sazın öğreniminde hem de icrası esnasında pek çok benzer nokta daha vardı.
Nasıl ki her din bir Peygamberden öğreniliyordu. Enstrüman da her şeyden önce bir hoca rehberliğinde öğrenilmiyor muydu? Varlığı vacip olan bu hocanın da, talebelerinin hayatına yönelik bir takım tasarrufları oluyor, kendisine tâbî olanların hayatını tanzim ediyordu:
— Sazı şöyle tutup yayı böyle çekeceksiniz. Başka türlü olmaz, parmaklarınız şu şekilde duracak. Bayan öğrenciler tırnaklarına kesinlikle oje sürmeyecek… Her gün en az bir buçuk iki saat çalışacaksın… Daha fazlasını (nâfile) yapabilirseniz ne âlâ…
Bu işe gönül verenler, iş hayatları ne kadar yoğun olursa olsun, bu çalışma temposuna ayak uydurmayı da peşinen kabul etmiş oluyorlardı.
Bir yerden sonra benzerlik bulma işi bir başka işe daha benzedi; çorap söküğü…
Nasıl ki kendinize rehber edindiğiniz din büyükleri vardır, bir dinin ulemâsı vardır, evliyâsı vardır… Onların hâlini, tavrını taklit edersiniz. Saz işinde de durum aynısıydı. Bir virtüözün, saz üstadının ardınca gidivermek en emin ve garantili yol oluyordu sizin için.
Gelmiş geçmiş en büyük üstatların, senelerce dillerden düşmeyen besteler bırakmış unutulmaz bestekârların eserlerini icra ediyorsanız eğer; her şeyden önce şunu bilecektiniz: Haddinizi…
Bir besteyi kafanıza göre çalamazsınız. Eserin bir notasını dahi değiştiremezsiniz…
Bestedeki üçlük notayı ikilik mi çaldınız? Bir notayı çalmanız gerekenden biraz pes veya tiz mi basıyorsunuz? Hoca hazretleri tarafından icranız kabul edilmiyordu. Hulûs-i kalb ile bütün eseri bir daha edâ ediyordunuz…
Bir yere takılan çorap söküle söküle nihayet biter ya! Benzerlik bulmaya takılan aklım da bir şeyi fark edince bitti tükendi. Çünkü o gün sazımın akordunu düzelteyim derken iyice bozmuştum.
Hocanın ellerine bıraktığım kemençe akort edilirken bu sefer bambaşka bir şeyi keşfettim…
Hocamla aramda bilgi seviyesinden başka çok ciddi bir fark daha vardı: Kulak farkı…
Hoca sazın sesini dinleyip kemençenin burgularını sıkıyor, tekrar sesini dinleyip burguyu biraz gevşetiyordu. Bu birkaç kere tekrar etti… Hoca her seferinde sesin tonunu dikkatle dinliyordu. Sesler arasındaki farkı ayırt edemeyen ben ise tam bir hayret içindeydim:
Helal olsun vallahi! Hiçbir şey anlamıyordum; ama hoca akort aleti bile kullanmadan,sadece kulağıyla dinleyerek sazı akort edivermişti...”
“Ulemânın yanında diline, evliyânın yanında kalbine sahip ol.” sözünün ne demek olabileceğini işte o gün anladım.
O günden sonra kendimce düşüncelere daldım…
Her gün bir, iki saat çalıştığı eseri hocasına götürüp dinletince: “Olmamış!” diyen hocası, talebesinin gayretini kâfi görmüyor, ondan razı olmuyordu.
Peki yaşanan koca bir ömür ne olacaktı? Sürekli birileri tarafından aldatılıp yalan yanlış bir sürü nağmeyle dolduruyordu hayatın portrelerini…
Hiçbir notayı doğru dürüst basamadığı akordu atmış bir gönül sazıyla kalıvermişti şimdi. “Hadi bir çal bakalım!” denilince; ilâhî notalarla bezm-i elestte bestelenmiş hayatın hangi nağmesini düzgün çalabilir, bu yalan yanlış icrayı kime kabul ettirebilirdi ki?
Hayatı baştan sona bir imtihanken, bu hayatı herhangi bir okul imtihanı kadar olsun kâle almış mıydı? Kendisine hayat vereni, ona ders veren bir hoca kadar olsun hesaba katmış mıydı?
— Kulum bu ne!
— Kalp ya Rabbi…
— Ben senden bunu mu istedim?
— K… kal… Kalb-i selim demiştin…
— …?
— Ama… Ya Rabbi… İnsanlar bana şey dedi… Böyle de olurmuş…
— …!!!

Yazar: Harun Kırkıl 
kaynak alıntı: http://gencdergisi.com


Erkekler, Albenilerinizi Artırın!

Karşı cinsi etkilemenin ve etkileyici insan olmanın formülleri insanların ilgisini çeken konulardan biri olmuştur. O’nu nasıl hayran bırakabilirim? Benden hoşlanmasını nasıl sağlayabilirim? sorusu birçok insanın zihnini meşgul eden konulardan biri... ve birçok insanın da zaafı olan konulardan biri… O sebepten konuyla ilgili doğru-yanlış düşünmeden verilen her tavsiyeye aldanabiliyor insan bazen… Bazılarımızda kendi çözümümüzü kendimiz bulmaya çalışanlardanız…
Peki, gerçekten karşı cinsi etkilemede işe yarayan stratejiler neler olabilir? Etkileyici insanın özellikleri nelerdir?

Erkeklerle başlayalım…

Gerçekte bir erkeği etkileyici yapan nedir?

Parfümler, bakım ürünleri, kıyafetler, son model bir araba ve para… Bir erkeği çekici yapmak için yeterli mi? Yoksa kazanılması gereken başka özellikler mi var?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi etkileyici erkek ve kadın olmanın yasalarından bahsederken erkeklerle ilgili şu gerçekleri deşifre ediyor;

Güç Unsuru: Erkeği erkeksi yapan en temel özellik güç’tür. Yani, hedefe ulaşabilme potansiyeline ne kadar sahip olduğudur… İki türlü güce sahip olabilir bir erkek;

Somut Güç: Yani fiziksel olarak bir erkeğin kuvvetli olması, ağır taşıyabilmesi, bir engeli kaldırabilmesi, güce ihtiyaç olan bir konuda problemi halledebilmesi o erkeği erkeksi yapar. Bir erkeğin güçle ilgili fiziksel değerlere sahip olması çekicidir. Erkeklerin fiziksel güç konusundaki marifetleri bu konuda bedel ödedikçe artar. Fiziksel güç gerektiren konuda erkek, rol aldıkça, kendisini gösterdikçe daha erkeksi hissetmeye başlıyor. Klişe gibi görünse bile işin gerçeği bu; Örneğin,  taşınması gereken ağır bir eşyayı taşıdığında, tamirat işlerinde sorumluluk aldıkça bu konuda bedel ödemiş oluyor. Eskiden daha fazla erkeksi sorumluluk alabilme imkanı vardı bir erkek için, öyle ki erkek evini bile kendisi yapabiliyordu. Bugün güç gerektiren konularda ödeyecek bedel bulabilmek zor çünkü birçok konuda her işimiz ya teknolojiyle ya da başkalarıyla halloluyor. Bu da erkeklerimizin rahatlık tuzağına düşmesine ve dününden daha güçsüzleşmesine sebep olabiliyor.

Gelelim konuşmaktan hoşlanmadığımız “para” konusuna… Erkeğin parası varsa çekiciliği gerçekten artıyor mu?
Bir erkekten parası için etkilenen kadınların olmasını çoğu zaman ayıplarız ancak baktığınız zaman satın alabilme gücünü temsil eden “para” da erkeğin güçlü algılanmasına sebep olan somut göstergelerden biri… Bir üst aşaması ise somut değil soyut olan değere sahip olmak; Yani, paranın miktarından ziyade erkeğin para kazanma becerisine, ailesini geçindirme becerisine sahip olması, nereye giderse gitsin kazanabilmesi, her şeyini kaybetse bile yeniden kazanabilecek marifete sahip olabilmesi soyut anlamda onu çekici yapıyor.

Soyut Güç:  Gücün ruhsal boyuttaki karşılığı… Yani, bir erkeğin ahlakı, merhameti, problem çözebilmesi, iletişimi, yönetme becerisi, otoritesi, kararlılığı, azmi, çalışkanlığı, hakimiyeti, duygusal dayanıklılığı, onu erkeksi ve etkileyici yapan soyut boyuttaki güç değerlerinden bazıları…

Çalışkanlığı: Erkeğin üretimin içinde olması, çalışıyor olması, bedel ödüyor olması önemli…
Neden?
Çünkü çalışmayan erkek başkalarından beklemeye başlıyor. Çalışmadıkça şikayet etmesi ve asabiyeti artıyor. Erkeğin yapısı alan el olmaya müsait değil bu onu komplekse sokuyor, daha ezik hissetmesine sebep oluyor. Dolayısıyla ailesini geçindirme konusunda bedel ödemekten şikayet eden, çalışmayan, tembel ve miskin bir erkek çekici olmaktan uzak... Çünkü kadınlar kendisinden daha güçlü bir erkek istiyor. Erkeğin çalışmadığı, kadının çalıştığı ve kadının erkeğe baktığı bir ilişkide o erkek erkeksi ve güçlü olmaktan uzaklaşıyor. Çalışmadığı için rahatlığa alışıyor ve daha yorgun, daha miskin, daha çok uykuya ihtiyacı olan birine dönüşüyor. Erkek evine baktıkça, evini geçindirdikçe, çalıştıkça daha enerjik ve daha erkeksi olmaya başlıyor. Bu yüzden erkeklerin mutlaka çalışıyor olması gerekiyor.

Karşı Cinsle İlişkilerde Ahlaklı Olması: Cinsellikten açıkça bahseden ve bu konuda teklifvari olan, cinsel içerikli şakalar yapan, kadına bakışlarında ileri giden erkek çekici olmaktan uzak düşüyor. Aksine bakışlarını sakınan, cinsellik ima edebilecek herhangi bir aktarımdan sakınan erkek kadın için çekici olmaya başlıyor. Erkeğin etkilemek istediği kadına karşı ilgisi ne kadar canlı olursa ve ona rağmen cinsellikle ilgili beklentisi olmadığında etkileyici olmaya başlıyor.

Hoş Davranması: Erkeğin ilişkide kadınına karşı hoş davranması, eşiyle şakalaşması, onun yüzünü güldürmesi, gönlünü alması önemlidir. Çünkü erkek, kadınını kazanmaya çalıştıkça ve onu kendisine hayran bıraktıkça daha erkeksi hisseder… Kadınını sadece cinsellik söz konusu olduğunda hatırlaması ve cinsellik sonrasında unutması erkeğe yakışan bir davranış stili değildir. Bu genel tanımıyla; Kendi ihtiyacı olduğunda karşısındakiyle samimi olup, ihtiyacı gittiğinde de karşısındakine yüz çevirmeye benzer. Böyle bir davranış stili de erkeksi değildir.

Otoritesi: Her kadın kendisinden güçlü erkekten etkilenir ve sözünü dinleme isteği uyandıran erkekten hoşlanır. Kadın, ilişkide erkeğin yön vermesini ister. O yüzden nereye gidelim? Nasıl yapalım? Sorularını bir erkeğin kadına soruyor olması kadınların hoşuna gitmiyor. Nereye gidileceğini, ne yapılacağını, problem anında nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilen erkek kadın için çekici… Erkek ilişkide otoritesi, yani yön verme marifeti varsa etkileyici oluyor. Tabi, otoriteyle zalimliği/ zorbalığı birbirine karıştırmamak gerekiyor; otorite zalimlik demek değildir, zalimlik gücünü karşısındakine eziyet etmekte kullanmaktır. Otorite ise yön veren, o konuda hangi durumda ne yapılması gerektiğini bilen demektir.

Gerektiğinde Sert ve Merhametli Olması: Eskiden olduğu gibi, erkeğin mazlumun yanında olması ve zalime karşı zorlu olması onu etkileyici yapan unsurlardan biri… Haksızlık yapıp zorbalık yapanlara karşı sert olması bir erkeğe kahramanvari bir hava katıyor. Haksızlığa göz yuman, zalimlik yapanın karşısında ezilen, zalime yumuşak davranan bir erkek de puan kaybediyor.  Nerede merhametli nerede celalli olması gerektiğini bilen bir erkek bu iki zıt özelliği doğru yerde kullandıkça gerçek anlamda etkili olmaya başlıyor.

Bütün bunlar bir erkeği daha erkeksi ve daha güçlü yapan unsurlar. Karşı cinsi etkilemekle birlikte, bir erkeğin kendisini güçlendirmek için bu özellikleri kazanmaya başlaması daha önemli. Bu özellikleri kazandıkça zaten doğal olarak istese de istemese de karşı cins üzerinde çekiciliği artmaya başlıyor.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
donusumkonagi.net


Erkekler, Albenilerinizi Artırın!

Karşı cinsi etkilemenin ve etkileyici insan olmanın formülleri insanların ilgisini çeken konulardan biri olmuştur. O’nu nasıl hayran bırakabilirim? Benden hoşlanmasını nasıl sağlayabilirim? sorusu birçok insanın zihnini meşgul eden konulardan biri... ve birçok insanın da zaafı olan konulardan biri… O sebepten konuyla ilgili doğru-yanlış düşünmeden verilen her tavsiyeye aldanabiliyor insan bazen… Bazılarımızda kendi çözümümüzü kendimiz bulmaya çalışanlardanız…
Peki, gerçekten karşı cinsi etkilemede işe yarayan stratejiler neler olabilir? Etkileyici insanın özellikleri nelerdir?

Erkeklerle başlayalım…

Gerçekte bir erkeği etkileyici yapan nedir?

Parfümler, bakım ürünleri, kıyafetler, son model bir araba ve para… Bir erkeği çekici yapmak için yeterli mi? Yoksa kazanılması gereken başka özellikler mi var?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi etkileyici erkek ve kadın olmanın yasalarından bahsederken erkeklerle ilgili şu gerçekleri deşifre ediyor;

Güç Unsuru: Erkeği erkeksi yapan en temel özellik güç’tür. Yani, hedefe ulaşabilme potansiyeline ne kadar sahip olduğudur… İki türlü güce sahip olabilir bir erkek;

Somut Güç: Yani fiziksel olarak bir erkeğin kuvvetli olması, ağır taşıyabilmesi, bir engeli kaldırabilmesi, güce ihtiyaç olan bir konuda problemi halledebilmesi o erkeği erkeksi yapar. Bir erkeğin güçle ilgili fiziksel değerlere sahip olması çekicidir. Erkeklerin fiziksel güç konusundaki marifetleri bu konuda bedel ödedikçe artar. Fiziksel güç gerektiren konuda erkek, rol aldıkça, kendisini gösterdikçe daha erkeksi hissetmeye başlıyor. Klişe gibi görünse bile işin gerçeği bu; Örneğin,  taşınması gereken ağır bir eşyayı taşıdığında, tamirat işlerinde sorumluluk aldıkça bu konuda bedel ödemiş oluyor. Eskiden daha fazla erkeksi sorumluluk alabilme imkanı vardı bir erkek için, öyle ki erkek evini bile kendisi yapabiliyordu. Bugün güç gerektiren konularda ödeyecek bedel bulabilmek zor çünkü birçok konuda her işimiz ya teknolojiyle ya da başkalarıyla halloluyor. Bu da erkeklerimizin rahatlık tuzağına düşmesine ve dününden daha güçsüzleşmesine sebep olabiliyor.

Gelelim konuşmaktan hoşlanmadığımız “para” konusuna… Erkeğin parası varsa çekiciliği gerçekten artıyor mu?
Bir erkekten parası için etkilenen kadınların olmasını çoğu zaman ayıplarız ancak baktığınız zaman satın alabilme gücünü temsil eden “para” da erkeğin güçlü algılanmasına sebep olan somut göstergelerden biri… Bir üst aşaması ise somut değil soyut olan değere sahip olmak; Yani, paranın miktarından ziyade erkeğin para kazanma becerisine, ailesini geçindirme becerisine sahip olması, nereye giderse gitsin kazanabilmesi, her şeyini kaybetse bile yeniden kazanabilecek marifete sahip olabilmesi soyut anlamda onu çekici yapıyor.

Soyut Güç:  Gücün ruhsal boyuttaki karşılığı… Yani, bir erkeğin ahlakı, merhameti, problem çözebilmesi, iletişimi, yönetme becerisi, otoritesi, kararlılığı, azmi, çalışkanlığı, hakimiyeti, duygusal dayanıklılığı, onu erkeksi ve etkileyici yapan soyut boyuttaki güç değerlerinden bazıları…

Çalışkanlığı: Erkeğin üretimin içinde olması, çalışıyor olması, bedel ödüyor olması önemli…
Neden?
Çünkü çalışmayan erkek başkalarından beklemeye başlıyor. Çalışmadıkça şikayet etmesi ve asabiyeti artıyor. Erkeğin yapısı alan el olmaya müsait değil bu onu komplekse sokuyor, daha ezik hissetmesine sebep oluyor. Dolayısıyla ailesini geçindirme konusunda bedel ödemekten şikayet eden, çalışmayan, tembel ve miskin bir erkek çekici olmaktan uzak... Çünkü kadınlar kendisinden daha güçlü bir erkek istiyor. Erkeğin çalışmadığı, kadının çalıştığı ve kadının erkeğe baktığı bir ilişkide o erkek erkeksi ve güçlü olmaktan uzaklaşıyor. Çalışmadığı için rahatlığa alışıyor ve daha yorgun, daha miskin, daha çok uykuya ihtiyacı olan birine dönüşüyor. Erkek evine baktıkça, evini geçindirdikçe, çalıştıkça daha enerjik ve daha erkeksi olmaya başlıyor. Bu yüzden erkeklerin mutlaka çalışıyor olması gerekiyor.

Karşı Cinsle İlişkilerde Ahlaklı Olması: Cinsellikten açıkça bahseden ve bu konuda teklifvari olan, cinsel içerikli şakalar yapan, kadına bakışlarında ileri giden erkek çekici olmaktan uzak düşüyor. Aksine bakışlarını sakınan, cinsellik ima edebilecek herhangi bir aktarımdan sakınan erkek kadın için çekici olmaya başlıyor. Erkeğin etkilemek istediği kadına karşı ilgisi ne kadar canlı olursa ve ona rağmen cinsellikle ilgili beklentisi olmadığında etkileyici olmaya başlıyor.

Hoş Davranması: Erkeğin ilişkide kadınına karşı hoş davranması, eşiyle şakalaşması, onun yüzünü güldürmesi, gönlünü alması önemlidir. Çünkü erkek, kadınını kazanmaya çalıştıkça ve onu kendisine hayran bıraktıkça daha erkeksi hisseder… Kadınını sadece cinsellik söz konusu olduğunda hatırlaması ve cinsellik sonrasında unutması erkeğe yakışan bir davranış stili değildir. Bu genel tanımıyla; Kendi ihtiyacı olduğunda karşısındakiyle samimi olup, ihtiyacı gittiğinde de karşısındakine yüz çevirmeye benzer. Böyle bir davranış stili de erkeksi değildir.

Otoritesi: Her kadın kendisinden güçlü erkekten etkilenir ve sözünü dinleme isteği uyandıran erkekten hoşlanır. Kadın, ilişkide erkeğin yön vermesini ister. O yüzden nereye gidelim? Nasıl yapalım? Sorularını bir erkeğin kadına soruyor olması kadınların hoşuna gitmiyor. Nereye gidileceğini, ne yapılacağını, problem anında nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilen erkek kadın için çekici… Erkek ilişkide otoritesi, yani yön verme marifeti varsa etkileyici oluyor. Tabi, otoriteyle zalimliği/ zorbalığı birbirine karıştırmamak gerekiyor; otorite zalimlik demek değildir, zalimlik gücünü karşısındakine eziyet etmekte kullanmaktır. Otorite ise yön veren, o konuda hangi durumda ne yapılması gerektiğini bilen demektir.

Gerektiğinde Sert ve Merhametli Olması: Eskiden olduğu gibi, erkeğin mazlumun yanında olması ve zalime karşı zorlu olması onu etkileyici yapan unsurlardan biri… Haksızlık yapıp zorbalık yapanlara karşı sert olması bir erkeğe kahramanvari bir hava katıyor. Haksızlığa göz yuman, zalimlik yapanın karşısında ezilen, zalime yumuşak davranan bir erkek de puan kaybediyor.  Nerede merhametli nerede celalli olması gerektiğini bilen bir erkek bu iki zıt özelliği doğru yerde kullandıkça gerçek anlamda etkili olmaya başlıyor.

Bütün bunlar bir erkeği daha erkeksi ve daha güçlü yapan unsurlar. Karşı cinsi etkilemekle birlikte, bir erkeğin kendisini güçlendirmek için bu özellikleri kazanmaya başlaması daha önemli. Bu özellikleri kazandıkça zaten doğal olarak istese de istemese de karşı cins üzerinde çekiciliği artmaya başlıyor.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
donusumkonagi.net


Eşya Obezitesi

Evlerimizde giderek daha fazla dolaba ihtiyaç duyar hale geldik. Yatak odasındaki yetmedi, koridora, o da olmadı, oturma odasına. Buzdolaplarına sığamadık. Çekmeceler yetmedi? Bir o kadar fazlalığı bir yerlere sıkıştırma telaşı, bunun yanı sıra bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar. İyi de bu eşya obezitesinin önüne geçebilmenin bir yolu, yöntemi yok mu?

Deneyimsel öğreti der ki çok olan insana temas etmez. Yani azın bereketi vardır, çok olanın değil. İnsan bir tüketimle aldığı keyfi miktarı artırarak çoğaltabileceği yanılgısına düşer. Oysa işin aslı hiç de sanıldığı gibi değildir.

İhtiyaç dediğin nedir ki? İhtiyaç hissi kişiden kişiye değişmektedir. İnsanların tatmin düzeyleri tatmin olabilme marifetleriyle ilgilidir der Deneyimsel Öğreti. Yani bir insan 2000 liralık kazancı ile kendisini zengin hissedebilirken kimileri 15000 kazanıp fakir gibi yaşayabilmektedir. 3 kazağa sahip olmak birileri için yeterli olabilirken birileri için çekmeceler dolusu olması yetersizlik hissi veriyor olabilir. Daha fazla satın almak, tüketmek insanda doygunluk hissi oluşturmaz. Her tüketimimiz giderek azalan sürelerle yeni açlık hissine sebebiyet verir. İhtiyaç olan şey malzemeyi artırmak değil, tatmin olabilme marifetini artırmaktır.

Üretim odaklı bir yaşam: İnsanın doğası hizmet almaya alıştıkça bozulur. Oysa evde, işte, ailesinde üretime yönelik yaşamı olan kişiler fiziken daha yorgun olsalar da ruhen daha doyumludurlar. Yaşam alanlarımızı gözden geçirip üretime yönelmek tüketimi azaltır.

Sadeleştir, sadeleştir, sadeleştir: İnsan, ”evimde, dolaplarımda kullanılmayan nelerim var?“ diye düşünüp ayıklama işine giriştiğinde farkedebilir ki evi bir yaşam alanından ziyade depo haline gelmiş. Alın elinize kutuları, torbaları, kullanmadıklarınızı ayırın. Yaşam alanlarınızı sadeleştirin. Dolabınızda duran ve hiç kullanmadığınızı farkettiklerinizi ihtiyaç sahiplerine verin.

Az olan değerlidir: Anlık toplamalara bazılarımız alışığızdır. Bir heves başlarız düzenlemeye. Bundan sonra böyle yaşayacağım deriz belki. Sonra kısa bir süre sonra eski alışkanlıklarımıza döneriz. İnsanın yaptığı değişimlerde istikrarı yakalaması önemlidir. O sebeple önce zihnin, azın kıymetli olduğunu farketmeye ihtiyacı vardır. Sevdiğiniz için evinizde bol tükettiğiniz bir şey belirleyin. Örneğin dergi, kalem, bardak, çarşaf, ayakkabı, saat, kitap veya bu şey sizin için her ne ise. Bunlardan bir tanesini kendinize hedef olarak seçin. Sadece 1 ya da en fazla 2 tanesini ayırıp kalanını başkalarına verin. Ve sonra ondan nasıl ve ne kadar faydalandığınızı gözleyin. Eğer bu süre içerisinde verdikleriniz yerine yenilerini almadıysanız azın bereketini siz de fakedenlerden olabilirsiniz.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
donusumkonagi.net


Eşya Obezitesi

Evlerimizde giderek daha fazla dolaba ihtiyaç duyar hale geldik. Yatak odasındaki yetmedi, koridora, o da olmadı, oturma odasına. Buzdolaplarına sığamadık. Çekmeceler yetmedi? Bir o kadar fazlalığı bir yerlere sıkıştırma telaşı, bunun yanı sıra bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar. İyi de bu eşya obezitesinin önüne geçebilmenin bir yolu, yöntemi yok mu?

Deneyimsel öğreti der ki çok olan insana temas etmez. Yani azın bereketi vardır, çok olanın değil. İnsan bir tüketimle aldığı keyfi miktarı artırarak çoğaltabileceği yanılgısına düşer. Oysa işin aslı hiç de sanıldığı gibi değildir.

İhtiyaç dediğin nedir ki? İhtiyaç hissi kişiden kişiye değişmektedir. İnsanların tatmin düzeyleri tatmin olabilme marifetleriyle ilgilidir der Deneyimsel Öğreti. Yani bir insan 2000 liralık kazancı ile kendisini zengin hissedebilirken kimileri 15000 kazanıp fakir gibi yaşayabilmektedir. 3 kazağa sahip olmak birileri için yeterli olabilirken birileri için çekmeceler dolusu olması yetersizlik hissi veriyor olabilir. Daha fazla satın almak, tüketmek insanda doygunluk hissi oluşturmaz. Her tüketimimiz giderek azalan sürelerle yeni açlık hissine sebebiyet verir. İhtiyaç olan şey malzemeyi artırmak değil, tatmin olabilme marifetini artırmaktır.

Üretim odaklı bir yaşam: İnsanın doğası hizmet almaya alıştıkça bozulur. Oysa evde, işte, ailesinde üretime yönelik yaşamı olan kişiler fiziken daha yorgun olsalar da ruhen daha doyumludurlar. Yaşam alanlarımızı gözden geçirip üretime yönelmek tüketimi azaltır.

Sadeleştir, sadeleştir, sadeleştir: İnsan, ”evimde, dolaplarımda kullanılmayan nelerim var?“ diye düşünüp ayıklama işine giriştiğinde farkedebilir ki evi bir yaşam alanından ziyade depo haline gelmiş. Alın elinize kutuları, torbaları, kullanmadıklarınızı ayırın. Yaşam alanlarınızı sadeleştirin. Dolabınızda duran ve hiç kullanmadığınızı farkettiklerinizi ihtiyaç sahiplerine verin.

Az olan değerlidir: Anlık toplamalara bazılarımız alışığızdır. Bir heves başlarız düzenlemeye. Bundan sonra böyle yaşayacağım deriz belki. Sonra kısa bir süre sonra eski alışkanlıklarımıza döneriz. İnsanın yaptığı değişimlerde istikrarı yakalaması önemlidir. O sebeple önce zihnin, azın kıymetli olduğunu farketmeye ihtiyacı vardır. Sevdiğiniz için evinizde bol tükettiğiniz bir şey belirleyin. Örneğin dergi, kalem, bardak, çarşaf, ayakkabı, saat, kitap veya bu şey sizin için her ne ise. Bunlardan bir tanesini kendinize hedef olarak seçin. Sadece 1 ya da en fazla 2 tanesini ayırıp kalanını başkalarına verin. Ve sonra ondan nasıl ve ne kadar faydalandığınızı gözleyin. Eğer bu süre içerisinde verdikleriniz yerine yenilerini almadıysanız azın bereketini siz de fakedenlerden olabilirsiniz.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
donusumkonagi.net

50 dolara insanların alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı, insanı, içimizdeki karanlık yandan ibaret sayanlar üretti. Biz böyle bir dünyada yaşamaktan utanıyoruz. Modern köleliğin olmadığı bir dünya mümkündür, biz bu dünyanın rüyasını uyanıkken de görmek istiyoruz.

stanbul’un en işlek semtlerinden birisi. Ülkemizde sadece sekiz saat kalacak yabancı turizm acentelerinden birisine giriyor ve şu soruyu soruyor: “Bir kız satın almak istiyorum, bana yardımcı olabilir misiniz?” Soru hiç garip karşılanmıyor. Hemen birkaç telefon görüşmesi yapılıyor ve yabancının isteğini karşılayacak süreç başlıyor. Aynı yabancının Bükreş’teki benzer isteği ise İstanbul’daki kadar uzamıyor. Gördüğü muameleden tir tir titreyen bir engelli kadın getiriliyor, buna karşılık istenen ikinci el araba fiyatından daha az bir miktar. Haiti’de aynı talep çok daha hızlı karşılanıyor. Teklif edilen dokuz yaşında bir kız çocuğu. Fiyat ise sadece 50 dolar. Hindistan’da üç nesildir karın tokluğuna köle olarak çalıştırılan adama göre pahalı ama… Yine aynı bölgede açlık korkusu ile oğlunu satan kadına göre de ucuz sayılmaz sonra...*

Ne kadar farkındasın bilmem ama böyle bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın hala bir meta gibi alınıp satıldığı bir dünya burası… Sana gözlerinin hayretle açılmış olduğunu farz ederek yazıyorum. Gözlerin kocaman, değil mi? Yüreğinde sıkışma var, değil mi? Bunu ümit etmek istiyorum. Bu tabloyu normal görmemelisin. Bu sıradan bir şey değil, kardeşim. Bunu sıradan görmemelisin. Yumrukların sıkılmalı farkında olmadan. Dişlerin gıcırdamalı. “Ne oluyoruz” demelisin. Başını ellerinin arasına alıp düşünmelisin…

Biz zaten bunun için geldik dünyaya, biliyor musun? Düşünmek, akletmek ve harekete geçmek için… Bize, kim olduğumuzu, bu dünyaya niye geldiğimizi ve buradan nasıl gitmemizi öğreten kitabımız, bakıp, görüp, ibret almamızı istiyor. Şahitler olmamızı istiyor. Kitabı gönderenin ve kitabı bize bildirenin yeryüzündeki şahitleri olmalıyız. Şahitlik, görmek, duymak, idrak etmek, sonra da tasdik etmek demek… Ne gördün, ne duydun, neye şahit oldun, bir baksana! Nasıl bir tabloya şahit olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkında mısın?

Böyle bir dünyada yaşamaktan utanmalısın, kardeşim. Biz böyle bir dünyada yaşayalım diye gelmedik. Biz insanın insana köle olmadığı/yapılmadığı bir dünya kurmak için geldik. Evet, biz dünyayı yeniden kurmak için geldik dünyaya. Halife olmak, vekil olmak bu, biliyor musun? Allah adına, Allah için, Rabbani işler yapmak demek halifelik… O’na naip olmak demek… O’nun adına, O’nun yarattıkları üzerinde tasarrufta bulunmak demek… Biz bunun için geldik dünyaya. O’nun istediği gibi yaşayalım ve O’nun istediği gibi yaşatalım diye… İyilik hâkim olsun, kötülük kalmasın diye… Dünya adaletle yönetilsin, insanlar sadece Rabbe kulluk etsinler diye… Kullar, kullara, hazza, paraya, makama, mevkiye, statüye kul olmasınlar diye…

Sana darmadağınık olduğun ümidiyle yazıyorum bu yazdıklarımı. Okudun, şahit oldun ve darmadağın oldun değil mi? Bunu ümit edebilmeliyim. O kadar da kötü değiliz; o kadar umarsız, o kadar aman sendeci değiliz, biliyorum. Biliyorum sen oradasın ve beni anlıyorsun. Bunu biliyorum, çünkü kendimi bilmiyor değilim. Ben bu zamanın çocuğuyum. Tıpkı senin gibi… Ortalıkta dolaşan sevinçlerden, üzüntülerden, dertlerden, ümitlerden bağımsız bir hayatım olmadı benim… Ama vazifemin şahitlik olduğunu da bildim ben. İyiliği yaymak, kötülüğü engellemek gibi bir görevimin olduğunu da öğrendim. Adına dava denilen, Allah’ın ismini, isimlerin, cisimlerin ve tüm kesimlerin üstüne çıkartmak görevinin, boynumun borcu olduğuna iman ettim. Seninle bu satırlarda buluşuyorsam, biliyorum ki beni duyuyorsun, oradasın ve anlıyorsun. Sana bu ümitle sesleniyorum ve biliyorum ki sen orada oldukça ümit bitmez.

Sana bu zamanın bir çocuğu olarak sesleniyorum, bu zamanın sözlerinden başka heybemde ne var ki? Sana yeni ne söyleyebilirim ki? Evet, görmek istemediğimiz ve fakat gerçek bir tablo sundum nazarına. Ne yapmanı bekliyorum peki? Bir şey yapmanı bekliyor muyum? Koca koca, deve dişi gibi, lacivert takımlı, kırmızı kravatlı adamların, vicdana giden bağlantıları kurum bağlamış afilli kurumların yapamadığını senden mi bekleyeceğim? Beklentilerimi, klişelerin, köhne sınıflandırmaların ve basit tasniflerin sıradanlaştıran, doğmadan öldüren, başlamadan bitiren hesapçılığına feda etme korkusu içerisinde şunu ifade edeyim ki senden hep daha fazlasını bekledim. Hep daha fazlasını: Bu zamanın ötesinde, birlikte oluşturacağımız bir zamanın rüyasını hiç unutmayacaksın, biliyorum. O rüyayı gördüğün uykuyu hayatın yap, o uykudan hiç uyanma! Sana yeni bir şey söyleyemem belki ama yeni bir dünya tasarlamalıyız dediğimde eski ya da mevcut bana ne diyebilir ki? Şüphesiz biz bu zamanın çocuklarıyız, şüphesiz yaşamak istediğimiz dünyamızın tohumları bu zamanda atılacak. Ama biz rüyası, davası, derdi olanlar, hep farklı olacağız, farklı kalacağız. İçimizde hep bir değişme ve değiştirme direnci olacak. Böyle gelmiş, böyle gider demeyeceğiz. Dünyanın ve bu kirli düzenin değişmesini gerektiğine dair o irademiz hep diri kalacak. Aşkımız, imanımız, sevgimiz kadar öfkemiz, buğzumuz ve nefretimiz olacak. “Adam sen de aldırma geç, git” demeyeceğiz. Sevdiklerimiz kadar sevmediklerimizle, istediklerimiz kadar istemediklerimizle ayakta kalacağımızı unutmayacağız.

Yaşamak istediğimiz dünyayı önce içimizde, zihnimizde, gönlümüzde kuracağız. İçini imar edemeyenlerin dışarıya verecekleri bir şey yoktur. Yaşamak istediğimiz dünyada istemediklerimizi önce içimizde, zihnimizde ve gönlümüzde ıslah edeceğiz. İçini ıslah edemeyenlerin dışarıda düzeltecekleri bir şey yoktur.

Evet, 50 dolara insanların alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı, insanı, içimizdeki karanlık yandan ibaret sayanlar üretti. Biz böyle bir dünyada yaşamaktan utanıyoruz. Modern köleliğin olmadığı bir dünya mümkündür, biz bu dünyanın rüyasını uyanıkken de görmek istiyoruz. Dünya benimdir, dünya bizimdir, dünyanın gidişatından ben sorumluyum, biz sorumluyuz diyenler modern kölelik meselesini de gündemlerine almalıdırlar.

Kölelik ayaklarımızın altında…

* Tüylerimizi diken diken eden bu tabloları gözümüzün önüne seren Ben Skinner isimli Kanadalı bir gazeteci. Yaşadıklarını “Vahşi Bir Suç: Modern Zamanların Köleliği ile Yüzleşmek” (A Crime so Monstrous: Face-to-Face with Modern Day Slavery) adlı kitapta kaleme almış.


Mehmet Lütfi Arslan
gencdergisi.com


50 dolara insanların alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı, insanı, içimizdeki karanlık yandan ibaret sayanlar üretti. Biz böyle bir dünyada yaşamaktan utanıyoruz. Modern köleliğin olmadığı bir dünya mümkündür, biz bu dünyanın rüyasını uyanıkken de görmek istiyoruz.

stanbul’un en işlek semtlerinden birisi. Ülkemizde sadece sekiz saat kalacak yabancı turizm acentelerinden birisine giriyor ve şu soruyu soruyor: “Bir kız satın almak istiyorum, bana yardımcı olabilir misiniz?” Soru hiç garip karşılanmıyor. Hemen birkaç telefon görüşmesi yapılıyor ve yabancının isteğini karşılayacak süreç başlıyor. Aynı yabancının Bükreş’teki benzer isteği ise İstanbul’daki kadar uzamıyor. Gördüğü muameleden tir tir titreyen bir engelli kadın getiriliyor, buna karşılık istenen ikinci el araba fiyatından daha az bir miktar. Haiti’de aynı talep çok daha hızlı karşılanıyor. Teklif edilen dokuz yaşında bir kız çocuğu. Fiyat ise sadece 50 dolar. Hindistan’da üç nesildir karın tokluğuna köle olarak çalıştırılan adama göre pahalı ama… Yine aynı bölgede açlık korkusu ile oğlunu satan kadına göre de ucuz sayılmaz sonra...*

Ne kadar farkındasın bilmem ama böyle bir dünyada yaşıyoruz. İnsanın hala bir meta gibi alınıp satıldığı bir dünya burası… Sana gözlerinin hayretle açılmış olduğunu farz ederek yazıyorum. Gözlerin kocaman, değil mi? Yüreğinde sıkışma var, değil mi? Bunu ümit etmek istiyorum. Bu tabloyu normal görmemelisin. Bu sıradan bir şey değil, kardeşim. Bunu sıradan görmemelisin. Yumrukların sıkılmalı farkında olmadan. Dişlerin gıcırdamalı. “Ne oluyoruz” demelisin. Başını ellerinin arasına alıp düşünmelisin…

Biz zaten bunun için geldik dünyaya, biliyor musun? Düşünmek, akletmek ve harekete geçmek için… Bize, kim olduğumuzu, bu dünyaya niye geldiğimizi ve buradan nasıl gitmemizi öğreten kitabımız, bakıp, görüp, ibret almamızı istiyor. Şahitler olmamızı istiyor. Kitabı gönderenin ve kitabı bize bildirenin yeryüzündeki şahitleri olmalıyız. Şahitlik, görmek, duymak, idrak etmek, sonra da tasdik etmek demek… Ne gördün, ne duydun, neye şahit oldun, bir baksana! Nasıl bir tabloya şahit olduğunun ve bunun ne anlama geldiğinin farkında mısın?

Böyle bir dünyada yaşamaktan utanmalısın, kardeşim. Biz böyle bir dünyada yaşayalım diye gelmedik. Biz insanın insana köle olmadığı/yapılmadığı bir dünya kurmak için geldik. Evet, biz dünyayı yeniden kurmak için geldik dünyaya. Halife olmak, vekil olmak bu, biliyor musun? Allah adına, Allah için, Rabbani işler yapmak demek halifelik… O’na naip olmak demek… O’nun adına, O’nun yarattıkları üzerinde tasarrufta bulunmak demek… Biz bunun için geldik dünyaya. O’nun istediği gibi yaşayalım ve O’nun istediği gibi yaşatalım diye… İyilik hâkim olsun, kötülük kalmasın diye… Dünya adaletle yönetilsin, insanlar sadece Rabbe kulluk etsinler diye… Kullar, kullara, hazza, paraya, makama, mevkiye, statüye kul olmasınlar diye…

Sana darmadağınık olduğun ümidiyle yazıyorum bu yazdıklarımı. Okudun, şahit oldun ve darmadağın oldun değil mi? Bunu ümit edebilmeliyim. O kadar da kötü değiliz; o kadar umarsız, o kadar aman sendeci değiliz, biliyorum. Biliyorum sen oradasın ve beni anlıyorsun. Bunu biliyorum, çünkü kendimi bilmiyor değilim. Ben bu zamanın çocuğuyum. Tıpkı senin gibi… Ortalıkta dolaşan sevinçlerden, üzüntülerden, dertlerden, ümitlerden bağımsız bir hayatım olmadı benim… Ama vazifemin şahitlik olduğunu da bildim ben. İyiliği yaymak, kötülüğü engellemek gibi bir görevimin olduğunu da öğrendim. Adına dava denilen, Allah’ın ismini, isimlerin, cisimlerin ve tüm kesimlerin üstüne çıkartmak görevinin, boynumun borcu olduğuna iman ettim. Seninle bu satırlarda buluşuyorsam, biliyorum ki beni duyuyorsun, oradasın ve anlıyorsun. Sana bu ümitle sesleniyorum ve biliyorum ki sen orada oldukça ümit bitmez.

Sana bu zamanın bir çocuğu olarak sesleniyorum, bu zamanın sözlerinden başka heybemde ne var ki? Sana yeni ne söyleyebilirim ki? Evet, görmek istemediğimiz ve fakat gerçek bir tablo sundum nazarına. Ne yapmanı bekliyorum peki? Bir şey yapmanı bekliyor muyum? Koca koca, deve dişi gibi, lacivert takımlı, kırmızı kravatlı adamların, vicdana giden bağlantıları kurum bağlamış afilli kurumların yapamadığını senden mi bekleyeceğim? Beklentilerimi, klişelerin, köhne sınıflandırmaların ve basit tasniflerin sıradanlaştıran, doğmadan öldüren, başlamadan bitiren hesapçılığına feda etme korkusu içerisinde şunu ifade edeyim ki senden hep daha fazlasını bekledim. Hep daha fazlasını: Bu zamanın ötesinde, birlikte oluşturacağımız bir zamanın rüyasını hiç unutmayacaksın, biliyorum. O rüyayı gördüğün uykuyu hayatın yap, o uykudan hiç uyanma! Sana yeni bir şey söyleyemem belki ama yeni bir dünya tasarlamalıyız dediğimde eski ya da mevcut bana ne diyebilir ki? Şüphesiz biz bu zamanın çocuklarıyız, şüphesiz yaşamak istediğimiz dünyamızın tohumları bu zamanda atılacak. Ama biz rüyası, davası, derdi olanlar, hep farklı olacağız, farklı kalacağız. İçimizde hep bir değişme ve değiştirme direnci olacak. Böyle gelmiş, böyle gider demeyeceğiz. Dünyanın ve bu kirli düzenin değişmesini gerektiğine dair o irademiz hep diri kalacak. Aşkımız, imanımız, sevgimiz kadar öfkemiz, buğzumuz ve nefretimiz olacak. “Adam sen de aldırma geç, git” demeyeceğiz. Sevdiklerimiz kadar sevmediklerimizle, istediklerimiz kadar istemediklerimizle ayakta kalacağımızı unutmayacağız.

Yaşamak istediğimiz dünyayı önce içimizde, zihnimizde, gönlümüzde kuracağız. İçini imar edemeyenlerin dışarıya verecekleri bir şey yoktur. Yaşamak istediğimiz dünyada istemediklerimizi önce içimizde, zihnimizde ve gönlümüzde ıslah edeceğiz. İçini ıslah edemeyenlerin dışarıda düzeltecekleri bir şey yoktur.

Evet, 50 dolara insanların alınıp satıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı, insanı, içimizdeki karanlık yandan ibaret sayanlar üretti. Biz böyle bir dünyada yaşamaktan utanıyoruz. Modern köleliğin olmadığı bir dünya mümkündür, biz bu dünyanın rüyasını uyanıkken de görmek istiyoruz. Dünya benimdir, dünya bizimdir, dünyanın gidişatından ben sorumluyum, biz sorumluyuz diyenler modern kölelik meselesini de gündemlerine almalıdırlar.

Kölelik ayaklarımızın altında…

* Tüylerimizi diken diken eden bu tabloları gözümüzün önüne seren Ben Skinner isimli Kanadalı bir gazeteci. Yaşadıklarını “Vahşi Bir Suç: Modern Zamanların Köleliği ile Yüzleşmek” (A Crime so Monstrous: Face-to-Face with Modern Day Slavery) adlı kitapta kaleme almış.


Mehmet Lütfi Arslan
gencdergisi.com



Konuşanlar:
ABDULLAH YALNIZ / ESRA KILAVUZ

Prof. Dr. Selahattin TURAN; Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını ABD’de Ohio Üniversitesi’nde uygulamalı davranış bilimleri ve eğitimde liderlik alanında  tamamladı. Turan, birçok ulusal, uluslararası dergilerde editörlük ve hakemlik yapmakta olup, onlarca kitap bölümü ve makalesi bulunmaktadır. Şu anda  Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesidir. Hocamızla gençlik, gençlerin  kızıl elması ve eğitimle ilgili konuları konuştuk...

ğlence söz konusu olduğunca yığınla genç harekete  geçiyor ama insanlık ya da ülke yararına bir şeyler yapılacağında  sınırlı sayıda genç faaliyette bulunuyor. Örneğin stadyumlar veya konser alanları tıklım tıklım doluyken, faydalı  çalışmalar yapmaya çalışan gençlere baktığımızda bir elin parmaklarını geçmiyor. Neden?

Sorduğunuz soru, aslında Türkiye’nin medeniyeti ile ilgilidir. Doğu toplumlarına, sosyolojik açıdan kolektivist toplumlar  diyoruz; Batı toplumları ise bireyselcidir. Batı’da, yıllardır, serbest piyasa ekonomisi ve liberalizmin ön plana çıkardığı  bazı değerler var: Özgürlük, bireysellik, kendi çıkarını düşünme gibi… Oysaki bizim toplumumuz daha çok başkalarını ve toplumu düşünme, ülkenin geleceğine dair tasarımlar yapma üzerine kuruludur.

Fakat Türkiye’de de son yüz yıldır ısrarla Batı’nın liberal ve bireyselci değerleri özgürlük adı altında verilmektedir. Yani şu anki durum, eğitim sisteminin de bir sorunudur. Başta üniversiteler dâhil olmak üzere, ortaöğretim ve ilköğretimde, çocuklarımıza hayatı bir  bütün  olarak algılama ve bir amaç doğrultusunda yaşama ülküsü kazandıramıyoruz. Okullarımız ve üniversiteler; birer yaşama ve  öğrenme alanı olmaktan çıkarak, diploma dağıtılan ve çocukların o diplomayla iş bulması üzerine kafa yordukları mekânlara  dönüşmüştür. Bu durum sadece gençliğin bir sorunu değildir; toplumsal bir sorundur ve eğitim sisteminin de bir sorunudur.

Bugün gençlerimiz geleceği çok düşünmüyorlar. Şu anda on yaşında olan çocuk, yirmi yıl sonra otuz yaşında olacak ve bu gidişle en büyük sorunu kendi kendini yönetememe olacaktır. O bakımdan eğitim sistemlerinin, sosyal etkinliklerin, üniversitelerin,  anne-babaların çocuklara; kendi kendini yönetebilme, bağımsız ve özgür bir birey olarak varlığını sürdürebilme becerisi  kazandırması gerekiyor. Yani hayatı bir bütün olarak algılayamayan çocuklar, tek boyutlu bir hayata doğru yöneliyorlar.

Gençler olarak facebook, twitter gibi sosyal paylaşım platformlarında çok fazla vakit harcıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Elektronik ortamdan ve gelişen dünyadan bağımsız yaşamamız mümkün değil. Fakat onu kullanabileceğimiz beceri ve bilince de  sahip olmamız gerekiyor. Meselâ 12 yaşına kadar çocukların internet, facebook ve benzeri şeyleri anne babalarının kontrolünde  kullanmasında fayda var. Dünya değişiyor, değişen bu dünyadan çocukların/gençlerin bağımsız yaşamaları imkânsız. Bir de şu var,  yeryüzünde artık bilgiyi biriktirenler değil bilgiyi paylaşanlar kazanıyor.

Bugün yeryüzünde aradığınız her türlü bilgiyi, otuz yıl önceye  göre nerdeyse %80’ine elektronik ortamda ulaşabiliyorsunuz. Artık bir insana “ayaklı kütüphane” dediğiniz zaman bu kötü bir iltifat  olarak algılanıyor. Çünkü artık bilgi her zaman, her yerde ve her an ulaşabileceğiniz bir nesne hâline dönüşmüş durumda. Ev  ortamındaki çocuklar internetten, hayatı bir bütün olarak algılama ve öğrenme alanı olarak faydalanırlarsa bu çok iyi bir şey.

Diğer taraftan bu sosyal medya ağlarında, kendi toplumumuzun değerlerini, inançlarını, kültürünü, birikimini paylaşırsak iyi olacağı kanaatindeyim. Gençler de bu tür sosyal iletişim ağlarını eğitsel amaçlı kullanabilirler. Örneğin öğretmenler için bütün materyallerini  paylaştıkları bir ortam oluşturulabilir ya da bütün Osmanlı arşivleri elektronik ortama taşınabilir ve bütün dillere çevrilebilir. Veya  Türkiye Cumhuriyeti’nin, Selçuklu, Osmanlı ve Eski Türkler’in bütün tarihsel birikimi ve müzeleri elektronik ortama aktarılabilir.  Ankara’daki ve İstanbul’daki bütün müzeler sanal müzelere dönüştürülebilir ve tüm insanlıkla paylaşılabilir. Bütün insanlığın bilgisi ve birikimi bile bu elektronik ortama taşınabilir.

Bu açıdan baktığınız zaman internetin hayata müthiş bir katkısı var. Meselâ odamda oturup, başka ülkedeki bir akademisyenle ortak  makale yazabiliyoruz. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde yazılan bilimsel bir makaleye, aynı anda ben buradan ulaşabiliyorum. Yani  artık bilgiye ulaşmak sorun değil; bilgiyi teknolojiye çevirmek, onu ülkenin lehine kullanabilecek bir emel içinde olmak gerekli…

Bütün dünyadaki değişimlere olumsuz bakma yerine olumlu yönlerini ön plana çıkardığımız zaman zaten olumsuz yanları arka  planda kalacaktır diye düşünüyorum. Önemli olan gençleri veya Türkiye halkını, kitle iletişim araçlarını olumlu yönde kullanmaya  yönlendirmektir.

Her milletin bir kızıl elması varsa öğrenci milletinin kızıl elması sizce ne olmalıdır?



Her milletin bir kızıl elması varsa öğrenci milletinin kızıl elması sizce ne olmalıdır?

Özellikle üniversiteliyseniz: Yaptığınız her işte kendi ve ülkenizin üstün yararını düşünmek, sonra da insanlığı düşünmek şeklinde bir  hedefiniz olabilir. Türkiye’nin daha yaşanılabilir, daha güçlü, daha zengin, daha paylaşımcı, daha özgürlükçü bir ülke olması ülküsüne hizmet eden eylemler içinde olabilirsiniz.

Her öğrencinin şunu bilmesi gerekiyor. Kendisi özgür bir varlıktır ve üstün bir  varlıktır. O bakımdan gençlerin iki şeyi içselleştirmeleri lâzım: Kendilerine güvenmeleri gerekiyor, ikinci olarak da içinde yaşadıkları  topluma güvenmeleri gerekiyor.

Bugün çocuklar apartmanlarda yaşıyorlar ama apartmanlarda hayatı öğrenemezsiniz. Apartmanlar  çocukların yaşantılarını tek boyuta indirgedi. Aslında bizim kültürümüzde, apartman yoktur. Evler bir-iki katlıdır ve mutlaka bahçesi ile  avlusu olmalıdır. Bunun nedeni şu: Evdeki çocuk ve yaşlı ayağını toprağa basacak… Yani topraktan geldik toprağa gidiyoruz gibi bir  anlamı da vardır bu mimarinin. Türkiye’de yapılan araştırmalarda halkın %92’si müstakil evi olmasını istiyor. Bu çok güzel bir taleptir.  Çocuğun kendini öğrenmesi için oyun oynaması, sokaklarda düşüp kalkması gerekiyor.

Kampüslerde; manevi değerlere sahip, dünyayı tanıyan öğrencilerden oluşan yeni bir nesil doğuyor. Fakat yeterince hareketli değiller, çekingenler ve kampüse ait değilmiş gibi yaşıyorlar. Okulu sahiplenmekten ve bir hayat alanı olarak görmektense, “kazasız belasız mezun olayım da kurtulayım” diye düşünüyorlar. Niçin böyle oluyor?

Türkiye’de çok ciddi bir şekilde nesiller arası kopuş yaşanıyor. Biz birtakım değerleri büyükannemizden ve büyükbabamızdan, sonra annemizden babamızdan öğrenerek içselleştiririz. Türkiye’de  aile yapısının yavaş yavaş liberalleşmesi, dağılıp çekirdek aileye dönüşmeye başlaması sonucu bu durum ortaya çıkmıştır.

Bence ülkemizdeki en şanslı nesil, 2000 sonrası doğan nesildir. Hatta onu 1995’e kadar getirebiliriz. Bu nesli Z nesli olarak tanımlıyoruz. Bu neslin bazı özellikleri var: aşırı bireyselci, egoist, internet  odaklı, bireyselci, anne babasına itaat etmeyi sevmeyen. Aslında biz bunları biraz olumsuz özellikler olarak görüyoruz ama bu yüzyılın öngördüğü insan da, yani gençler de toplumsal  değişimden ve hayattan bağımsız değil.

Yani bu gençleri çok iyi eğitebilirsek ve bütün kaynaklarımızı bu gençlere yönlendirebilirsek, gençlerin çok iyi bir potansiyelleri olduğu kanaatindeyim. O söylediğiniz “kendisini, milletini, ülkesini ve  insanlığı düşünen bir nesil” yetiştirebilmemiz için, o ülküye hizmet edecek eğitim sistemleri ve üniversiteler kurmamız gerekiyor. Çünkü üniversitelerimizde çok nitelikli gençler de var ama şunu düşünün: Üniversiteye gelenlerin birçoğu ilk tercihlerini kazanamıyor yani istemediği bölüme geliyor.

Diğer yandan üniversitelerimizde bölümler arası yatay geçiş esnekliği henüz sağlanamadı. Oysa bence isteyen istediği bölümü okuyabilmelidir. Liseyi bitiren her çocuk üniversite okuyabilir. Bunları sınıflamanın, yaftalamanın, dışlamanın gereği yok. Çocuk 4 tane fazla soru cevaplayamadığı  çin istediği bölümü okuyamıyor.

Sizce, bir insanın 25 yaşını geçmeden mutlaka yapması gereken 5 faaliyet nedir?

Aslında güzel bir soru ama 25 yaş çok geç. Burada çocuğun yapması gerekenden ziyade belki anne ve babanın yapması gereken ve okulun yapması gereken, ondan sonra çocuğun yapması gereken şeyler var. Anne babaların çocuğun özgür bir  ortamda yaşayacağı ama koruyucu olmayan platformlarda yetiştirmeleri gerekiyor. Okulların da sadece akademik başarıların ön plana alındığı değil insani değerlerin öncelendiği ve çocukların çok yönlü olarak kendilerini keşfedebildiği birer yaşama ve öğrenme alanı olması gerekiyor. Yani meslekten önce çocuğun veya gencin iyi insan olması, kendisini tanıması, kendisini ifade etmesi gibi birtakım şeyleri öğrenmesi gerekiyor.

Bence gençlerin 25 yaşına kadar mutlaka okumayı bir alışkanlık hâline getirmeleri gerekiyor.

Gençlerin öncelikle kitap okumaları gerekiyor. İkincisi içinde yaşadıkları toplumu, toplumun geçmişini, tarihini ve değerlerini çok iyi tanımaları, onunla ilgili temel kaynakları okumaları ve doğru bir okuma alışkanlığı kazanmaları gerekiyor. Hem  Doğu hem Batı klasiklerinin hem de İslâm klasiklerinin en azından temel olanlarını okumaları gerekiyor. Üçüncü olarak mutlaka dil öğrenilmeli… Kendi geçmişimizi anlamak için Osmanlıca ve Batı’yı anlamak için de iyi derecede İngilizce öğrenmelerinde yarar var. Fransızca ve Almanca gibi diller artık önemini kaybetmiştir.

Son olarak, Genç Dergi okurlarına neler söylemek istersiniz?

Gençlerin 21 yüzyılın öngördüğü yaşam becerilerini, medya okuryazarlığı ve bilişim okuryazarlığı becerilerini içselleştirmeleri ve zamanın çok hızlı geçtiğinin farkında olmaları gerekiyor. Yani bugün öğrendiklerimiz 3 yıl sonra eskiyecek, ona göre  kendimizi hazırlayalım. Bir de gençlerin ömür boyu öğrenmeyi bir hayat tarzı hâline getirmeleri gerekiyor. Öğrenmeyi bıraktıkları zaman hayatı bıraktıklarının farkında olmaları gerekiyor diye düşünüyorum.

gencdergisi.com





Konuşanlar:
ABDULLAH YALNIZ / ESRA KILAVUZ

Prof. Dr. Selahattin TURAN; Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını ABD’de Ohio Üniversitesi’nde uygulamalı davranış bilimleri ve eğitimde liderlik alanında  tamamladı. Turan, birçok ulusal, uluslararası dergilerde editörlük ve hakemlik yapmakta olup, onlarca kitap bölümü ve makalesi bulunmaktadır. Şu anda  Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesidir. Hocamızla gençlik, gençlerin  kızıl elması ve eğitimle ilgili konuları konuştuk...

ğlence söz konusu olduğunca yığınla genç harekete  geçiyor ama insanlık ya da ülke yararına bir şeyler yapılacağında  sınırlı sayıda genç faaliyette bulunuyor. Örneğin stadyumlar veya konser alanları tıklım tıklım doluyken, faydalı  çalışmalar yapmaya çalışan gençlere baktığımızda bir elin parmaklarını geçmiyor. Neden?

Sorduğunuz soru, aslında Türkiye’nin medeniyeti ile ilgilidir. Doğu toplumlarına, sosyolojik açıdan kolektivist toplumlar  diyoruz; Batı toplumları ise bireyselcidir. Batı’da, yıllardır, serbest piyasa ekonomisi ve liberalizmin ön plana çıkardığı  bazı değerler var: Özgürlük, bireysellik, kendi çıkarını düşünme gibi… Oysaki bizim toplumumuz daha çok başkalarını ve toplumu düşünme, ülkenin geleceğine dair tasarımlar yapma üzerine kuruludur.

Fakat Türkiye’de de son yüz yıldır ısrarla Batı’nın liberal ve bireyselci değerleri özgürlük adı altında verilmektedir. Yani şu anki durum, eğitim sisteminin de bir sorunudur. Başta üniversiteler dâhil olmak üzere, ortaöğretim ve ilköğretimde, çocuklarımıza hayatı bir  bütün  olarak algılama ve bir amaç doğrultusunda yaşama ülküsü kazandıramıyoruz. Okullarımız ve üniversiteler; birer yaşama ve  öğrenme alanı olmaktan çıkarak, diploma dağıtılan ve çocukların o diplomayla iş bulması üzerine kafa yordukları mekânlara  dönüşmüştür. Bu durum sadece gençliğin bir sorunu değildir; toplumsal bir sorundur ve eğitim sisteminin de bir sorunudur.

Bugün gençlerimiz geleceği çok düşünmüyorlar. Şu anda on yaşında olan çocuk, yirmi yıl sonra otuz yaşında olacak ve bu gidişle en büyük sorunu kendi kendini yönetememe olacaktır. O bakımdan eğitim sistemlerinin, sosyal etkinliklerin, üniversitelerin,  anne-babaların çocuklara; kendi kendini yönetebilme, bağımsız ve özgür bir birey olarak varlığını sürdürebilme becerisi  kazandırması gerekiyor. Yani hayatı bir bütün olarak algılayamayan çocuklar, tek boyutlu bir hayata doğru yöneliyorlar.

Gençler olarak facebook, twitter gibi sosyal paylaşım platformlarında çok fazla vakit harcıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Elektronik ortamdan ve gelişen dünyadan bağımsız yaşamamız mümkün değil. Fakat onu kullanabileceğimiz beceri ve bilince de  sahip olmamız gerekiyor. Meselâ 12 yaşına kadar çocukların internet, facebook ve benzeri şeyleri anne babalarının kontrolünde  kullanmasında fayda var. Dünya değişiyor, değişen bu dünyadan çocukların/gençlerin bağımsız yaşamaları imkânsız. Bir de şu var,  yeryüzünde artık bilgiyi biriktirenler değil bilgiyi paylaşanlar kazanıyor.

Bugün yeryüzünde aradığınız her türlü bilgiyi, otuz yıl önceye  göre nerdeyse %80’ine elektronik ortamda ulaşabiliyorsunuz. Artık bir insana “ayaklı kütüphane” dediğiniz zaman bu kötü bir iltifat  olarak algılanıyor. Çünkü artık bilgi her zaman, her yerde ve her an ulaşabileceğiniz bir nesne hâline dönüşmüş durumda. Ev  ortamındaki çocuklar internetten, hayatı bir bütün olarak algılama ve öğrenme alanı olarak faydalanırlarsa bu çok iyi bir şey.

Diğer taraftan bu sosyal medya ağlarında, kendi toplumumuzun değerlerini, inançlarını, kültürünü, birikimini paylaşırsak iyi olacağı kanaatindeyim. Gençler de bu tür sosyal iletişim ağlarını eğitsel amaçlı kullanabilirler. Örneğin öğretmenler için bütün materyallerini  paylaştıkları bir ortam oluşturulabilir ya da bütün Osmanlı arşivleri elektronik ortama taşınabilir ve bütün dillere çevrilebilir. Veya  Türkiye Cumhuriyeti’nin, Selçuklu, Osmanlı ve Eski Türkler’in bütün tarihsel birikimi ve müzeleri elektronik ortama aktarılabilir.  Ankara’daki ve İstanbul’daki bütün müzeler sanal müzelere dönüştürülebilir ve tüm insanlıkla paylaşılabilir. Bütün insanlığın bilgisi ve birikimi bile bu elektronik ortama taşınabilir.

Bu açıdan baktığınız zaman internetin hayata müthiş bir katkısı var. Meselâ odamda oturup, başka ülkedeki bir akademisyenle ortak  makale yazabiliyoruz. Ya da dünyanın herhangi bir yerinde yazılan bilimsel bir makaleye, aynı anda ben buradan ulaşabiliyorum. Yani  artık bilgiye ulaşmak sorun değil; bilgiyi teknolojiye çevirmek, onu ülkenin lehine kullanabilecek bir emel içinde olmak gerekli…

Bütün dünyadaki değişimlere olumsuz bakma yerine olumlu yönlerini ön plana çıkardığımız zaman zaten olumsuz yanları arka  planda kalacaktır diye düşünüyorum. Önemli olan gençleri veya Türkiye halkını, kitle iletişim araçlarını olumlu yönde kullanmaya  yönlendirmektir.

Her milletin bir kızıl elması varsa öğrenci milletinin kızıl elması sizce ne olmalıdır?



Her milletin bir kızıl elması varsa öğrenci milletinin kızıl elması sizce ne olmalıdır?

Özellikle üniversiteliyseniz: Yaptığınız her işte kendi ve ülkenizin üstün yararını düşünmek, sonra da insanlığı düşünmek şeklinde bir  hedefiniz olabilir. Türkiye’nin daha yaşanılabilir, daha güçlü, daha zengin, daha paylaşımcı, daha özgürlükçü bir ülke olması ülküsüne hizmet eden eylemler içinde olabilirsiniz.

Her öğrencinin şunu bilmesi gerekiyor. Kendisi özgür bir varlıktır ve üstün bir  varlıktır. O bakımdan gençlerin iki şeyi içselleştirmeleri lâzım: Kendilerine güvenmeleri gerekiyor, ikinci olarak da içinde yaşadıkları  topluma güvenmeleri gerekiyor.

Bugün çocuklar apartmanlarda yaşıyorlar ama apartmanlarda hayatı öğrenemezsiniz. Apartmanlar  çocukların yaşantılarını tek boyuta indirgedi. Aslında bizim kültürümüzde, apartman yoktur. Evler bir-iki katlıdır ve mutlaka bahçesi ile  avlusu olmalıdır. Bunun nedeni şu: Evdeki çocuk ve yaşlı ayağını toprağa basacak… Yani topraktan geldik toprağa gidiyoruz gibi bir  anlamı da vardır bu mimarinin. Türkiye’de yapılan araştırmalarda halkın %92’si müstakil evi olmasını istiyor. Bu çok güzel bir taleptir.  Çocuğun kendini öğrenmesi için oyun oynaması, sokaklarda düşüp kalkması gerekiyor.

Kampüslerde; manevi değerlere sahip, dünyayı tanıyan öğrencilerden oluşan yeni bir nesil doğuyor. Fakat yeterince hareketli değiller, çekingenler ve kampüse ait değilmiş gibi yaşıyorlar. Okulu sahiplenmekten ve bir hayat alanı olarak görmektense, “kazasız belasız mezun olayım da kurtulayım” diye düşünüyorlar. Niçin böyle oluyor?

Türkiye’de çok ciddi bir şekilde nesiller arası kopuş yaşanıyor. Biz birtakım değerleri büyükannemizden ve büyükbabamızdan, sonra annemizden babamızdan öğrenerek içselleştiririz. Türkiye’de  aile yapısının yavaş yavaş liberalleşmesi, dağılıp çekirdek aileye dönüşmeye başlaması sonucu bu durum ortaya çıkmıştır.

Bence ülkemizdeki en şanslı nesil, 2000 sonrası doğan nesildir. Hatta onu 1995’e kadar getirebiliriz. Bu nesli Z nesli olarak tanımlıyoruz. Bu neslin bazı özellikleri var: aşırı bireyselci, egoist, internet  odaklı, bireyselci, anne babasına itaat etmeyi sevmeyen. Aslında biz bunları biraz olumsuz özellikler olarak görüyoruz ama bu yüzyılın öngördüğü insan da, yani gençler de toplumsal  değişimden ve hayattan bağımsız değil.

Yani bu gençleri çok iyi eğitebilirsek ve bütün kaynaklarımızı bu gençlere yönlendirebilirsek, gençlerin çok iyi bir potansiyelleri olduğu kanaatindeyim. O söylediğiniz “kendisini, milletini, ülkesini ve  insanlığı düşünen bir nesil” yetiştirebilmemiz için, o ülküye hizmet edecek eğitim sistemleri ve üniversiteler kurmamız gerekiyor. Çünkü üniversitelerimizde çok nitelikli gençler de var ama şunu düşünün: Üniversiteye gelenlerin birçoğu ilk tercihlerini kazanamıyor yani istemediği bölüme geliyor.

Diğer yandan üniversitelerimizde bölümler arası yatay geçiş esnekliği henüz sağlanamadı. Oysa bence isteyen istediği bölümü okuyabilmelidir. Liseyi bitiren her çocuk üniversite okuyabilir. Bunları sınıflamanın, yaftalamanın, dışlamanın gereği yok. Çocuk 4 tane fazla soru cevaplayamadığı  çin istediği bölümü okuyamıyor.

Sizce, bir insanın 25 yaşını geçmeden mutlaka yapması gereken 5 faaliyet nedir?

Aslında güzel bir soru ama 25 yaş çok geç. Burada çocuğun yapması gerekenden ziyade belki anne ve babanın yapması gereken ve okulun yapması gereken, ondan sonra çocuğun yapması gereken şeyler var. Anne babaların çocuğun özgür bir  ortamda yaşayacağı ama koruyucu olmayan platformlarda yetiştirmeleri gerekiyor. Okulların da sadece akademik başarıların ön plana alındığı değil insani değerlerin öncelendiği ve çocukların çok yönlü olarak kendilerini keşfedebildiği birer yaşama ve öğrenme alanı olması gerekiyor. Yani meslekten önce çocuğun veya gencin iyi insan olması, kendisini tanıması, kendisini ifade etmesi gibi birtakım şeyleri öğrenmesi gerekiyor.

Bence gençlerin 25 yaşına kadar mutlaka okumayı bir alışkanlık hâline getirmeleri gerekiyor.

Gençlerin öncelikle kitap okumaları gerekiyor. İkincisi içinde yaşadıkları toplumu, toplumun geçmişini, tarihini ve değerlerini çok iyi tanımaları, onunla ilgili temel kaynakları okumaları ve doğru bir okuma alışkanlığı kazanmaları gerekiyor. Hem  Doğu hem Batı klasiklerinin hem de İslâm klasiklerinin en azından temel olanlarını okumaları gerekiyor. Üçüncü olarak mutlaka dil öğrenilmeli… Kendi geçmişimizi anlamak için Osmanlıca ve Batı’yı anlamak için de iyi derecede İngilizce öğrenmelerinde yarar var. Fransızca ve Almanca gibi diller artık önemini kaybetmiştir.

Son olarak, Genç Dergi okurlarına neler söylemek istersiniz?

Gençlerin 21 yüzyılın öngördüğü yaşam becerilerini, medya okuryazarlığı ve bilişim okuryazarlığı becerilerini içselleştirmeleri ve zamanın çok hızlı geçtiğinin farkında olmaları gerekiyor. Yani bugün öğrendiklerimiz 3 yıl sonra eskiyecek, ona göre  kendimizi hazırlayalım. Bir de gençlerin ömür boyu öğrenmeyi bir hayat tarzı hâline getirmeleri gerekiyor. Öğrenmeyi bıraktıkları zaman hayatı bıraktıklarının farkında olmaları gerekiyor diye düşünüyorum.

gencdergisi.com





Yaşadığımız dünyada bizleri hayal kurmaya iten farklı nedenler vardır. Birine özeniriz hayal kurarız. “Hayal fukaranın ekmeği” deriz, hayal kurarız. “Hedefi olan insan olmak gerekir” der, yine hayal kurarız. Nedenlerimiz farklı olsa da bunlar gerçek olsun isteriz. Bu isteğimiz gerçekleşmeyince de “Ne kadar çalışsam da hayallerime ulaşamıyorum ve çok mutsuzum” deriz. Hayallerimiz gerçekleşmedikçe kendimizi yetersiz hissederiz. Bunun da stres ve hatta daha ileri durumlarda depresyona neden olduğunu görürüz.
Peki, hayal, mutluluk, arzu ve hedef kavramlarının anlamlarını biliyor muyuz? Hayallerimizi gerçeğe dönüştürmek için bunları bilmenin faydası ne?

Deneyimsel Tasarım Öğretisinden hayallerinize ulaşmak için faydalı ve uygulanabilir tavsiyeler:

Hayaliniz ulaşılabilir mi?: Kurduğumuz hayal ne kadar büyük ise o kadar iyidir diye düşünürüz. Sanki o hayale ulaşmak bizim gayretimizle değil de lambadan çıkan cinin sihiri ile olacakmış gibi gelir. Halbuki, DTÖ der ki ulaşabileceğiniz en üst aşamayı isteyin. Ulaştınız mı, işte zihninize başardığınızın ispatı! Hemen seviyeyi bir miktar arttırın. Bu yöntemle, başlangıçta ulaşılması zor görünen hayallerinize adım adım ulaşın.

Hayaliniz mutluluğunuzu nasıl etkiler?: Birileri birşeyi başarmışsa herkes başarabilir. Ama sadece isteyen değil. İsteyip o konuda emek harcayanlar ulaşabilir. Bu nedenle, ne kadar gayret gösterebileceğinizi düşünün. Kendinizden beklentiniz yüksek, dış dünyadan beklentiniz düşük olsun. Çünkü, mutluluk neyle karşılaştığınız değil, ne beklerken ne ile karşılaştığınızdır. O nedenle, kendi gayretinizle başarabileceklerinizi isteyin.

Hayalinizi gerçekleştirmek kontrolünüzde mi?: Elinizdeki imkanlarla gerçekleştirebileceklerinizi isteyin. Bunu yaparken, başkalarının “kendine güvensiz, cesur değil” sözlerine takılmayın. Siz ancak kendi düşünce ve isteklerinizi davranışa dökebilirsiniz. Bir isteğimiz olduğu anda beynimiz aksiyon alabilmemiz için enerji üretir. Bu enerjiyi harcayabilmek için isteğimiz ile ilgili harekete geçmemiz gerekir.  Aksi takdirde harcanmayıp vücutta biriken enerji strese neden olur. Bu nedenle DTÖ der ki, ya istediğin şeyi yap veya yapamayacağın şeyi isteme.

Hayaliniz, hedef mi arzu mu?: Hedef ile arzu genelde birbirine karıştırılır. İsteğiniz sonuca yönelik ve tüketim ile ilgili ise arzudur. Arzu olarak kalan hayalleri gerçekleştirmek çok zordur. Çünkü hiçbir emek sarf etmeden hemen sonuca ulaşmak istenilir. DTÖ ‘ye göre hayallerinize ulaşabilmeniz için onu hedef haline dönüştürmeniz gerekir. Hedef olabilmesi için sonuca ulaştıran sebeplerle ilgilenmeli ve bu konuda bir üretim yapılmalıdır. Yabancı bir ülkede yaşamak gibi bir hayaliniz varsa yabancı dil öğrenmeyi isteyebilirsiniz. Bunu hedefe çevirdiğinizde bir kursa yazılabilir ve gereken emeği ortaya koyarsınız. Bu hem üretimle ilgili, hem kontrolünüzdedir.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Banu Yaşar DTÖ Designer
donusumkonagi.net



Yaşadığımız dünyada bizleri hayal kurmaya iten farklı nedenler vardır. Birine özeniriz hayal kurarız. “Hayal fukaranın ekmeği” deriz, hayal kurarız. “Hedefi olan insan olmak gerekir” der, yine hayal kurarız. Nedenlerimiz farklı olsa da bunlar gerçek olsun isteriz. Bu isteğimiz gerçekleşmeyince de “Ne kadar çalışsam da hayallerime ulaşamıyorum ve çok mutsuzum” deriz. Hayallerimiz gerçekleşmedikçe kendimizi yetersiz hissederiz. Bunun da stres ve hatta daha ileri durumlarda depresyona neden olduğunu görürüz.
Peki, hayal, mutluluk, arzu ve hedef kavramlarının anlamlarını biliyor muyuz? Hayallerimizi gerçeğe dönüştürmek için bunları bilmenin faydası ne?

Deneyimsel Tasarım Öğretisinden hayallerinize ulaşmak için faydalı ve uygulanabilir tavsiyeler:

Hayaliniz ulaşılabilir mi?: Kurduğumuz hayal ne kadar büyük ise o kadar iyidir diye düşünürüz. Sanki o hayale ulaşmak bizim gayretimizle değil de lambadan çıkan cinin sihiri ile olacakmış gibi gelir. Halbuki, DTÖ der ki ulaşabileceğiniz en üst aşamayı isteyin. Ulaştınız mı, işte zihninize başardığınızın ispatı! Hemen seviyeyi bir miktar arttırın. Bu yöntemle, başlangıçta ulaşılması zor görünen hayallerinize adım adım ulaşın.

Hayaliniz mutluluğunuzu nasıl etkiler?: Birileri birşeyi başarmışsa herkes başarabilir. Ama sadece isteyen değil. İsteyip o konuda emek harcayanlar ulaşabilir. Bu nedenle, ne kadar gayret gösterebileceğinizi düşünün. Kendinizden beklentiniz yüksek, dış dünyadan beklentiniz düşük olsun. Çünkü, mutluluk neyle karşılaştığınız değil, ne beklerken ne ile karşılaştığınızdır. O nedenle, kendi gayretinizle başarabileceklerinizi isteyin.

Hayalinizi gerçekleştirmek kontrolünüzde mi?: Elinizdeki imkanlarla gerçekleştirebileceklerinizi isteyin. Bunu yaparken, başkalarının “kendine güvensiz, cesur değil” sözlerine takılmayın. Siz ancak kendi düşünce ve isteklerinizi davranışa dökebilirsiniz. Bir isteğimiz olduğu anda beynimiz aksiyon alabilmemiz için enerji üretir. Bu enerjiyi harcayabilmek için isteğimiz ile ilgili harekete geçmemiz gerekir.  Aksi takdirde harcanmayıp vücutta biriken enerji strese neden olur. Bu nedenle DTÖ der ki, ya istediğin şeyi yap veya yapamayacağın şeyi isteme.

Hayaliniz, hedef mi arzu mu?: Hedef ile arzu genelde birbirine karıştırılır. İsteğiniz sonuca yönelik ve tüketim ile ilgili ise arzudur. Arzu olarak kalan hayalleri gerçekleştirmek çok zordur. Çünkü hiçbir emek sarf etmeden hemen sonuca ulaşmak istenilir. DTÖ ‘ye göre hayallerinize ulaşabilmeniz için onu hedef haline dönüştürmeniz gerekir. Hedef olabilmesi için sonuca ulaştıran sebeplerle ilgilenmeli ve bu konuda bir üretim yapılmalıdır. Yabancı bir ülkede yaşamak gibi bir hayaliniz varsa yabancı dil öğrenmeyi isteyebilirsiniz. Bunu hedefe çevirdiğinizde bir kursa yazılabilir ve gereken emeği ortaya koyarsınız. Bu hem üretimle ilgili, hem kontrolünüzdedir.

Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Banu Yaşar DTÖ Designer
donusumkonagi.net



Eğer siz de elinizdeki paranın geldiği gibi gittiğini düşünüyorsanız ve para biriktirememekten şikayetçiyseniz hemen uygulamaya alabileceğiniz bu ipuçlarını değerlendirebilirsiniz.

Tüketimlerinizi kısın: Deneyimsel Öğreti der ki her hamle iki hamledir. Yani insan örneğin yaşamındaki bir yanlışı bıraktığında iyi olan birini de kazanmış olur. Tüketimlerinizi kısıyor olmanız bütçenizde birikim yapabileceğiniz bir paranın açığa çıkmasına yardımcı olur. Zaman içerisinde alışkanlık haline getirdiğimiz kimi tüketim kalemlerimiz vardır. Sanki zorunluymuş gibidir. Neye ne harcadığınızı gözden geçirin. Evinizdeki elektrikten, su harcamanıza, yol giderlerinize kadar düşünün. Bunu kıssam ne olur kısmasam ne olur diye bakılan harcama kalemlerini azaltmak sonuçta büyük katkılara sebep olur. Hiçbir değişikliği küçümsemeyin.

Üretimlerinizi artırın: Tüketimi azaltmak beraberinde üretimi artırmayı getirir. Bununla birlikte işe üretimlerinizi artırarak da başlayabilirsiniz. Üretim insanın sadece iş yaşamı ile ilgili değildir. Evimiz, çocuklarımız, eşimiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, komşularımızla olan ilişkilerimizi de üretim odaklı hale getirebiliriz. Örneğin evdeki sorumluluklarımızı artırabiliriz. Dışarıdan aldığımız temizlik, yemek yapımı vb. destekler var ise bunları kaldırabilir ya da miktarını azaltabiliriz. Çocuklarımıza dışarıdan bir oyuncak almak yerine evdeki malzemelerle keyif alabilecekleri oyun imkanları oluşturabiliriz. Mesela dışarıdan satın alınan oyun hamurları yerine evimizdeki malzemelerle nasıl yapıldığını öğrenerek oyun hamurumuzu üretebiliriz. Akrabalarımıza almayı planladığımız bir doğum günü ya da özel gün hediyesini el emeğimizle üretebiliriz. Ördüğümüz bir atkı dışarıda satılanlardan çok daha değerli olacaktır. Her yere araba ile gitmek yerine bazılarına yürüyebiliriz. Spor salonlarında vakit geçirmeyi planlamak yerine evimizde kendi işlerimizin sorumluluğun almayı deneyebiliriz.

Satın alma kararlarınızı verirken: Bazılarımız alışverişe çıktığında aklında olmayan pek çok şeyle eve dönüyor olabilir. Belki de dolaplarımızda giymediğimiz kıyafetler, bozulan yiyecekler vardır. Deneyimsel Öğreti der ki, duygularımız arttıkça bilincimiz daralır. Dolayısı ile yanlış kararlar alabiliriz. Doğru satın alma için kararlarımızı mağazalarda değil, dışarıda almalıyız. Peki bu nasıl mümkündür. Alışveriş listesini evinizde oluşturun. Liste harici ürün ve miktarda alışveriş yapmayacağınızın sözünü kendinize verin. Ya da bir kıyafet almak istiyorsanız denemenizi yapın, araştırın ama alacağınız şeye evinizde karar verin. Başlangıçta alışkanlığı olmayanlar için zor gelebilecek olsa da bir süre sonra kolaylaşacaktır.

Harcamalarınızı nakit yapın: Kredi kartı kullanımının çok yaygın olduğu bir dönemdeyiz. Sanki çok büyük bir avantajmış gibi hissettiren kart kullanımı aslında harcamalarımızı belirsizleştirerek yönetimimizi zorlaştırıyor. Artık paraya dokunmuyoruz bile. Bir harcama yaptığımızda da sanki hiçbir şey eksilmiyor gibi hissediyoruz. Aynı kartı nihayetinde cüzdanımıza koyabiliyoruz. Harcamalarınızı nakit yapmak, paraya dokunmak, verdiğiniz miktarın farkında olmak harcamalarınızı otomatik olarak düzenlemenize yardımcı olacaktır.

Az ve düzenli biriktirin: Hiçbir birikimi azımsamayın. Para biriktirmek için maaşımızın yarısını koymak zorunda da değiliz. Her ay düzenli olarak para biriktirme alışkanlığı edinin. Düzenli olarak kenara koyacağınız 20 lira, bir süre sonra önemli bir mebla haline gelir. Oysa belki de pek çoğumuz bunu azımsarız ama sonuca baktığımızda hep daha yüksek rakamları ayırabilme hayalleri içinde elimizde hiçbir birikim olmadan yaşarız. İş aza kibirlenmemekte.

Biriken parayı saymayın: Birikiminiz ne olursa olsun onu saymayın, sürekli hesaplar yapmayın. Gündeminizden ne kadar çıkarabilirseniz paranızın da o kadar bereketlendiğini göreceksiniz.

Veren el olun: Gelirimiz ya da harcamalarımız ne kadar az veya fazla olursa olsun, insanın elindekini ihtiyaç sahibi ile paylaşması bereketin en önemli sırrıdır. Azken vermeyi bilmeyen çokken de veremez der Deneyimsel Öğreti. İmkanlarımız doğrultusunda evimize giren paranın bir miktarını paylaşmak hem huzurumuzu hem de bereketimizi artıracaktır.
donusumkonagi.net
Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Selin Alemdar - DTÖ Designer



Eğer siz de elinizdeki paranın geldiği gibi gittiğini düşünüyorsanız ve para biriktirememekten şikayetçiyseniz hemen uygulamaya alabileceğiniz bu ipuçlarını değerlendirebilirsiniz.

Tüketimlerinizi kısın: Deneyimsel Öğreti der ki her hamle iki hamledir. Yani insan örneğin yaşamındaki bir yanlışı bıraktığında iyi olan birini de kazanmış olur. Tüketimlerinizi kısıyor olmanız bütçenizde birikim yapabileceğiniz bir paranın açığa çıkmasına yardımcı olur. Zaman içerisinde alışkanlık haline getirdiğimiz kimi tüketim kalemlerimiz vardır. Sanki zorunluymuş gibidir. Neye ne harcadığınızı gözden geçirin. Evinizdeki elektrikten, su harcamanıza, yol giderlerinize kadar düşünün. Bunu kıssam ne olur kısmasam ne olur diye bakılan harcama kalemlerini azaltmak sonuçta büyük katkılara sebep olur. Hiçbir değişikliği küçümsemeyin.

Üretimlerinizi artırın: Tüketimi azaltmak beraberinde üretimi artırmayı getirir. Bununla birlikte işe üretimlerinizi artırarak da başlayabilirsiniz. Üretim insanın sadece iş yaşamı ile ilgili değildir. Evimiz, çocuklarımız, eşimiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, komşularımızla olan ilişkilerimizi de üretim odaklı hale getirebiliriz. Örneğin evdeki sorumluluklarımızı artırabiliriz. Dışarıdan aldığımız temizlik, yemek yapımı vb. destekler var ise bunları kaldırabilir ya da miktarını azaltabiliriz. Çocuklarımıza dışarıdan bir oyuncak almak yerine evdeki malzemelerle keyif alabilecekleri oyun imkanları oluşturabiliriz. Mesela dışarıdan satın alınan oyun hamurları yerine evimizdeki malzemelerle nasıl yapıldığını öğrenerek oyun hamurumuzu üretebiliriz. Akrabalarımıza almayı planladığımız bir doğum günü ya da özel gün hediyesini el emeğimizle üretebiliriz. Ördüğümüz bir atkı dışarıda satılanlardan çok daha değerli olacaktır. Her yere araba ile gitmek yerine bazılarına yürüyebiliriz. Spor salonlarında vakit geçirmeyi planlamak yerine evimizde kendi işlerimizin sorumluluğun almayı deneyebiliriz.

Satın alma kararlarınızı verirken: Bazılarımız alışverişe çıktığında aklında olmayan pek çok şeyle eve dönüyor olabilir. Belki de dolaplarımızda giymediğimiz kıyafetler, bozulan yiyecekler vardır. Deneyimsel Öğreti der ki, duygularımız arttıkça bilincimiz daralır. Dolayısı ile yanlış kararlar alabiliriz. Doğru satın alma için kararlarımızı mağazalarda değil, dışarıda almalıyız. Peki bu nasıl mümkündür. Alışveriş listesini evinizde oluşturun. Liste harici ürün ve miktarda alışveriş yapmayacağınızın sözünü kendinize verin. Ya da bir kıyafet almak istiyorsanız denemenizi yapın, araştırın ama alacağınız şeye evinizde karar verin. Başlangıçta alışkanlığı olmayanlar için zor gelebilecek olsa da bir süre sonra kolaylaşacaktır.

Harcamalarınızı nakit yapın: Kredi kartı kullanımının çok yaygın olduğu bir dönemdeyiz. Sanki çok büyük bir avantajmış gibi hissettiren kart kullanımı aslında harcamalarımızı belirsizleştirerek yönetimimizi zorlaştırıyor. Artık paraya dokunmuyoruz bile. Bir harcama yaptığımızda da sanki hiçbir şey eksilmiyor gibi hissediyoruz. Aynı kartı nihayetinde cüzdanımıza koyabiliyoruz. Harcamalarınızı nakit yapmak, paraya dokunmak, verdiğiniz miktarın farkında olmak harcamalarınızı otomatik olarak düzenlemenize yardımcı olacaktır.

Az ve düzenli biriktirin: Hiçbir birikimi azımsamayın. Para biriktirmek için maaşımızın yarısını koymak zorunda da değiliz. Her ay düzenli olarak para biriktirme alışkanlığı edinin. Düzenli olarak kenara koyacağınız 20 lira, bir süre sonra önemli bir mebla haline gelir. Oysa belki de pek çoğumuz bunu azımsarız ama sonuca baktığımızda hep daha yüksek rakamları ayırabilme hayalleri içinde elimizde hiçbir birikim olmadan yaşarız. İş aza kibirlenmemekte.

Biriken parayı saymayın: Birikiminiz ne olursa olsun onu saymayın, sürekli hesaplar yapmayın. Gündeminizden ne kadar çıkarabilirseniz paranızın da o kadar bereketlendiğini göreceksiniz.

Veren el olun: Gelirimiz ya da harcamalarımız ne kadar az veya fazla olursa olsun, insanın elindekini ihtiyaç sahibi ile paylaşması bereketin en önemli sırrıdır. Azken vermeyi bilmeyen çokken de veremez der Deneyimsel Öğreti. İmkanlarımız doğrultusunda evimize giren paranın bir miktarını paylaşmak hem huzurumuzu hem de bereketimizi artıracaktır.
donusumkonagi.net
Haber: Deneyimsel Tasarım Öğretisi
Yazan: Selin Alemdar - DTÖ Designer


22 Ekim 2012 Pazartesi


 Bestekar merhum Serkis Efendi' nin bestelediği "Kimseye etmem şikayet" adlı bestesinde unutulmuş kelimeler hangileri? Ben kırmızıyla bazılarını işaretliyorum, anlamlarını bilenler yorumlar kısmına yazsın.
Serkis Efendi,
Ermeni bestekar. 1885 yılında İstanbul'da doğdu.
Babası Üsküdar'lı Kemençeci Onnik Efendi'dir.

İlk musiki bilgisini babasından aldı. Daha sonra Kemani Aleksan Ağa'dan keman dersleri alarak musiki bilgisini ilerletti. Fasıllara katılarak kendisine önemli bir çevre edinen Serkis Efendi'nin elimizde 30 kadar bestesi vardır.

1930 yılında ailesi birlikte Paris'e yerleşerek yaşamını sürdürdü. 12 Aralık 1944 tarihinde Paris'te öldü. Mezarı Paris'te dir.

Makam: Nihavent
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime


 Bestekar merhum Serkis Efendi' nin bestelediği "Kimseye etmem şikayet" adlı bestesinde unutulmuş kelimeler hangileri? Ben kırmızıyla bazılarını işaretliyorum, anlamlarını bilenler yorumlar kısmına yazsın.
Serkis Efendi,
Ermeni bestekar. 1885 yılında İstanbul'da doğdu.
Babası Üsküdar'lı Kemençeci Onnik Efendi'dir.

İlk musiki bilgisini babasından aldı. Daha sonra Kemani Aleksan Ağa'dan keman dersleri alarak musiki bilgisini ilerletti. Fasıllara katılarak kendisine önemli bir çevre edinen Serkis Efendi'nin elimizde 30 kadar bestesi vardır.

1930 yılında ailesi birlikte Paris'e yerleşerek yaşamını sürdürdü. 12 Aralık 1944 tarihinde Paris'te öldü. Mezarı Paris'te dir.

Makam: Nihavent
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

11 Ekim 2012 Perşembe


Balıkesir'in Gönen ilçesinde, Türkçe işyeri ismi kullanan esnafa vergi indirimi yapılacak.
Türkçe isme vergi indirimi
Balıkesir'in Gönen ilçesinde, Türk dilindeki yozlaşmayı önlemek amacıyla Gönen Belediyesi ile Kent Konseyi'nin ortaklaşa "Türkçemize Sahip Çıkalım" projesi başlatıldı. Gönen Belediye Başkanı Hüseyin Yakar, proje kapsamında işyerlerinde Türkçe isim kullanan esnafa vergi ilanlarında indirim yapılacağını söyledi. Bu amaçla 4 bin adet kitapçık bastırıldığını bildirdi.

Türk dilinin korunması gerektiğine dikkat çeken Başkan Yakar, "Yabancı kökenli kelimelerin kullanılması, Türkçemizin güzelliğini bozmakta. Dilimize sahip çıkmak, korumak amacıyla belediyemizle Kent Konseyi bu projeyi yaşama geçirdi. Bastırılan kitapçıklarda, Türk dilinin özelliklerini ve neden korunması gerektiğini anlatan maddeler var. Kitapçıklar, tüm okullarımıza ve esnafımıza Gönen Kent Konseyi Gençlik Meclisi üyeleri tarafından dağıtılacak." dedi. Belediye olarak, esnafı işyerlerinde Türkçe isimler kullanmaya yöneltmek amacıyla çalışma başlattıklarını da kaydeden Yakar, "İşyerlerine Türkçe isim kullanan esnafımıza, vergi ilanlarında indirim yapacağız. Bu yöndeki karar, aralık ayı meclis oturumunun gündemine gelecek." diye konuştu.

Kent Konseyi Başkanı Mehmet Gündöndü ise, "Tarihte bir milleti yok etmek isteyenler, önce o milletin dilini yok etmiştir. Her milletin, diline sahip çıkması gerekir." dedi. Türkçeyi kullanmanın önemiyle ilgili broşür hazırlandığını ve dağıtılmaya başladığını belirterek, halkı bilinçlendirmek amacında olduklarına dikkat çekti.

(CİHAN)


Balıkesir'in Gönen ilçesinde, Türkçe işyeri ismi kullanan esnafa vergi indirimi yapılacak.
Türkçe isme vergi indirimi
Balıkesir'in Gönen ilçesinde, Türk dilindeki yozlaşmayı önlemek amacıyla Gönen Belediyesi ile Kent Konseyi'nin ortaklaşa "Türkçemize Sahip Çıkalım" projesi başlatıldı. Gönen Belediye Başkanı Hüseyin Yakar, proje kapsamında işyerlerinde Türkçe isim kullanan esnafa vergi ilanlarında indirim yapılacağını söyledi. Bu amaçla 4 bin adet kitapçık bastırıldığını bildirdi.

Türk dilinin korunması gerektiğine dikkat çeken Başkan Yakar, "Yabancı kökenli kelimelerin kullanılması, Türkçemizin güzelliğini bozmakta. Dilimize sahip çıkmak, korumak amacıyla belediyemizle Kent Konseyi bu projeyi yaşama geçirdi. Bastırılan kitapçıklarda, Türk dilinin özelliklerini ve neden korunması gerektiğini anlatan maddeler var. Kitapçıklar, tüm okullarımıza ve esnafımıza Gönen Kent Konseyi Gençlik Meclisi üyeleri tarafından dağıtılacak." dedi. Belediye olarak, esnafı işyerlerinde Türkçe isimler kullanmaya yöneltmek amacıyla çalışma başlattıklarını da kaydeden Yakar, "İşyerlerine Türkçe isim kullanan esnafımıza, vergi ilanlarında indirim yapacağız. Bu yöndeki karar, aralık ayı meclis oturumunun gündemine gelecek." diye konuştu.

Kent Konseyi Başkanı Mehmet Gündöndü ise, "Tarihte bir milleti yok etmek isteyenler, önce o milletin dilini yok etmiştir. Her milletin, diline sahip çıkması gerekir." dedi. Türkçeyi kullanmanın önemiyle ilgili broşür hazırlandığını ve dağıtılmaya başladığını belirterek, halkı bilinçlendirmek amacında olduklarına dikkat çekti.

(CİHAN)

9 Ekim 2012 Salı



Çanakkale’de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Ve bu vaziyette Kilitbahir köyünün ortasındaki meydan çeşmesine kadar geldiler. Çeşmenin önündeki Hasan Beyin dikkatini birşey çekmişti. Üzeri yara bere içerisinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan halini görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirdi, yaralarını temizledi. Ardından karnını doyurdu ve köpeği alarak yoluna devam etti. O günden sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey! Adını da Canberk koymuştu.

Canberk kısa zamanda tüm Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle siperden sipere atlıyor! Tüyleri yeniden çıkmış, yaraları ise tamamen iyileşmişti. Askerler soruyorlardı Hasan Bey’e; “Komutanım, bu köpeğe neden bu kadar alaka gösteriyorsunuz?” El cevap; “Yüce Allah’ın Kıyamette bu köpeğe neden merhamet etmedin, demesinden korkuyorum!” İşte Hasan Bey böylesine imami kamil biriydi.



Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. Yine siper savaşlarının birinde tarih 11 Temmuz’u gösteriyordu ve bizim Mehmetler, Fransızları püskürtmüşlerdi! Savaş alanı Fransız askerlerinin cesetleriyle doluydu. Ama biz de zayiat vermiştik. Mehmetçiklerimiz bir yandan ölen arkadaşlarının defin işleriyle uğraşıyor, diğer yandan ise yaralılara yardım ediyorlardı. Hasan Yarbay’da olayın tam ortasında askerledine direktifler veriyordu. O sırada bir Fransız askerinin yerde kıpırdadığını gördü! Askerin yaralı olduğunu düşündü. Yardım etmek için Fransız askerin üzerine eğildi ki, ölü taklidi yapan asker, sakladığı hançeri Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Hasan Bey bir anda sarsıldı ve yere yığıldı. Yarasından oluk gibi kan akıyordu. Herşey aniden olup bitmişti. Yanına koşup gelen askerlerine fısıltı halinde şu sözleri söyledi; “Allah şahidimdir ki, bu Fransız’a iyilik etmek için yaklaştım!”

O an uzaklardan acı bir havlama sesi duyuldu. Canberk olanca hızıyla koşup koşup geldi ve velinimetinin yanına çöktü. Sahibinin ellerini yalıyor, adeta kalkması için yalvarıyordu. Derken, Kur’an okumak için “alay imamı” da geldi Hasan Beyi’in yanına! Hasan Bey; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim” duasını 33 kere okumasını söyledi alay imamına! İmam duayı okurken Hasan Bey de tekrar ediyordu. Artık Yarbay Hasan Bey’in gözleri buğulanmış, çehresi solmaya başlamıştı. Birden, silkinir gibi oldu ve yanındakilere; “Beni ayağa kaldırınız” dedi. Askerleri onu yavaşça ayağa kaldırdılar. Üstü başı kan içinde olan ve son anlarını yaşayan Yarbay Hasan Bey; “Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Rasulallah” dedi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuş ve olduğu yere yığılarak ruhunu teslım etmişti. Bunu gören Mehmetçıkler yarbayın üstüne Türk bayrağını örterler. Köpeği canberk te bayragın altına yarbay Hasan’nın ayak ucuna yatar ve bir süre sonra askerler yarbay Hasan’ı defnetmek için gelirler bayrağı kaldırdıklarında kopeği Canberk’i kaldırmak isterler ama bir türlü bunu başaramazlar. Aradan biraz zaman geçtıkten sonra Canberk’te olür. Yarbay Hasan defnettıkten sonra köpeği Canberk’i de ayak ucuna defnederler.

(STV, 2009)



Çanakkale’de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Ve bu vaziyette Kilitbahir köyünün ortasındaki meydan çeşmesine kadar geldiler. Çeşmenin önündeki Hasan Beyin dikkatini birşey çekmişti. Üzeri yara bere içerisinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan halini görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi köpeğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirdi, yaralarını temizledi. Ardından karnını doyurdu ve köpeği alarak yoluna devam etti. O günden sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey! Adını da Canberk koymuştu.

Canberk kısa zamanda tüm Mehmetçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle siperden sipere atlıyor! Tüyleri yeniden çıkmış, yaraları ise tamamen iyileşmişti. Askerler soruyorlardı Hasan Bey’e; “Komutanım, bu köpeğe neden bu kadar alaka gösteriyorsunuz?” El cevap; “Yüce Allah’ın Kıyamette bu köpeğe neden merhamet etmedin, demesinden korkuyorum!” İşte Hasan Bey böylesine imami kamil biriydi.



Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. Yine siper savaşlarının birinde tarih 11 Temmuz’u gösteriyordu ve bizim Mehmetler, Fransızları püskürtmüşlerdi! Savaş alanı Fransız askerlerinin cesetleriyle doluydu. Ama biz de zayiat vermiştik. Mehmetçiklerimiz bir yandan ölen arkadaşlarının defin işleriyle uğraşıyor, diğer yandan ise yaralılara yardım ediyorlardı. Hasan Yarbay’da olayın tam ortasında askerledine direktifler veriyordu. O sırada bir Fransız askerinin yerde kıpırdadığını gördü! Askerin yaralı olduğunu düşündü. Yardım etmek için Fransız askerin üzerine eğildi ki, ölü taklidi yapan asker, sakladığı hançeri Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Hasan Bey bir anda sarsıldı ve yere yığıldı. Yarasından oluk gibi kan akıyordu. Herşey aniden olup bitmişti. Yanına koşup gelen askerlerine fısıltı halinde şu sözleri söyledi; “Allah şahidimdir ki, bu Fransız’a iyilik etmek için yaklaştım!”

O an uzaklardan acı bir havlama sesi duyuldu. Canberk olanca hızıyla koşup koşup geldi ve velinimetinin yanına çöktü. Sahibinin ellerini yalıyor, adeta kalkması için yalvarıyordu. Derken, Kur’an okumak için “alay imamı” da geldi Hasan Beyi’in yanına! Hasan Bey; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim” duasını 33 kere okumasını söyledi alay imamına! İmam duayı okurken Hasan Bey de tekrar ediyordu. Artık Yarbay Hasan Bey’in gözleri buğulanmış, çehresi solmaya başlamıştı. Birden, silkinir gibi oldu ve yanındakilere; “Beni ayağa kaldırınız” dedi. Askerleri onu yavaşça ayağa kaldırdılar. Üstü başı kan içinde olan ve son anlarını yaşayan Yarbay Hasan Bey; “Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Rasulallah” dedi. Yüzünde derin bir tebessüm oluşmuş ve olduğu yere yığılarak ruhunu teslım etmişti. Bunu gören Mehmetçıkler yarbayın üstüne Türk bayrağını örterler. Köpeği canberk te bayragın altına yarbay Hasan’nın ayak ucuna yatar ve bir süre sonra askerler yarbay Hasan’ı defnetmek için gelirler bayrağı kaldırdıklarında kopeği Canberk’i kaldırmak isterler ama bir türlü bunu başaramazlar. Aradan biraz zaman geçtıkten sonra Canberk’te olür. Yarbay Hasan defnettıkten sonra köpeği Canberk’i de ayak ucuna defnederler.

(STV, 2009)



Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.



Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.

Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

- Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya.

Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış. Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp’ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran’a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.

Tahmasp’ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış.

Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler.

Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:

- Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!

Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.

- Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş.



Evvel zamanda, Mezopotamya topraklarında doğmuş bir efsane Şahmeran. Yüzyıllardan beri anlatıla gelmiş çeşitli coğrafyalarda. Özellikle yılanlık bir bölge olan Adana-Misis’te ve Mardin’de.

Tahmasp isminde uzun boylu, geniş omuzlu, esmer tenli, çok yakışıklı bir genç yaşarmış zamanın durduğu bu şehirde. Binlerce yılanın yaşadığı bir mağaraya yanlışlıkla girmiş Tahmasp. Mağaranın içi o kadar karanlıkmış ki hiçbir şey göremiyormuş, yalnızca etrafında dolanan yaratıkların sesini duyuyormuş. Çaresizlik içinde beklerken bir ışık huzmesi belirmiş. Işık huzmesi kendisine yaklaştıkça gözleri kamaşan Tahmasp, ellerini gözlerine siper ederek etrafında gezinen yaratıkların ne olduğuna baktığında uzunu, kısası, yeşili, siyahı ile envai çeşitte binlerce yılanın çevresini sarmış olduğunu fark etmiş. Yılanların hepsi kafalarını kaldırmış, gelen ışık huzmesine doğru bakıyorlarmış. Tahmasp’ta onların baktığı yöne doğru bakınca birden dona kalmış. Çünkü Tahmasp, bu zifiri karanlık mağaranın içinde hayatında gördüğü en güzel kadının yüzünü görmüş birden. Ona doğru daha dikkatli bakınca kadının belden aşağısının yılan olduğunu fark etmiş. Kadın ona doğru ilerliyormuş, tam karşısında durmuş, gülümseyerek elini ona doğru uzatmış. Ve demişki;

- Korkma benden Tahmasp. Ben yılanlar ülkesinin kraliçesi Şahmeranım. Benden sana zarar gelmez. Ben dünya düzeni kurulmaya başladığı andan beri vardım. Krallığıma hoş geldin. Bundan böyle benim misafirimsin. Şimdi yat ve dinlen. Sonra seninle uzun uzun konuşuruz.



Böyle deyip geldiği yoldan geri gitmiş. Tahmasp gördükleri karşısında yaşadığı dehşeti ve şaşkınlığı üzerinden atmaya çalışarak olduğu yerde kıvrılıp uyumuş.

Ertesi sabah uyandığında Şahmeranı karşısında mükellef bir sofranın başında otururken bulmuş. Tahmasp’ı kahvaltıya davet etmiş Şahmeran. O ise gözlerini şahmerandan alamıyormuş. Şahmeran’da ona bakıyormuş kendinden geçmiş bir halde.

- Bak Tahmasp demiş. Ben insanlığın bütün tarihini biliyorum. İstersen sana anlatayım deyip başlamış anlatmaya.

Anlatmış, anlatmış, anlatmış günler boyu. Bu sohbetler sırasında Tahmasp ve Şahmeran arasında tarihin en soylu aşklarında birisi başlamış. Gel zaman git zaman Şahmeranın anlatacağı bir şey kalmamış artık. Tahmasp’ta anasını ve yeryüzünü özlemeye başlamış. Bir gün dayanamamış ve düşüncesini Şahmeran’a da açmış. Sevdiğinin kendisinden sıkıldığını ve artık gitmek istediğini duyunca önceleri kesin bir dille reddetmiş Şahmeran. Ancak günler geçip Tahmasp’ın üzüntüsünden eriyip bittiğini görünce dayanamamış ve ona şöyle demiş:

-Ey Tahmasp beni iyi dinle, sözlerime iyi kulak ver. Biliyorum, gitmene izin verirsem sende bana ihanet edeceksin ve yerimi diğer insanlara söyleyeceksin. Ancak bu topraklarda aşklar ölümünedir. Seni çok sevdiğimden dolayı üzülmene dayanamıyorum. Bu sebeple gitmene izin veriyorum. Ancak bana bir söz vermeni istiyorum. Ne sebeple olursa olsun başka insanlarla beraber suya girme.

Tahmasp sevinçle Şahmerana sarılmış ve ona asla ihanet etmeyeceğine dair yeminler etmiş. Tahmasp mağaradan çıktıktan sonra bir köye yerleşmiş ve marangozluk yapmaya başlamış. Arada sırada da gizlice mağaraya giderek Şahmeranı ziyaret ediyormuş. Ancak bu mutlu günler uzun sürmemiş.

Tahmasp’ın yaşadığı ülkenin kralı bir gün amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Ülkenin bütün hekimleri gelmiş ama kralın hastalığına çare olamamışlar. Kralın kötü kalpli bir veziri varmış. Vezir her seferinde krala hastalığının tek çaresinin Şahmeranda olduğunu söylüyormuş. Onun etinden bir parça yemesinin kralın hastalığının dermanı olacağını kralın kafasına sokmuş. Kralda Şahmeranın bir an önce bulunmasını emretmiş. Bütün ülkede Şahmeran aranmış.

Sonunda bilge bir adam bütün insanların gruplar halinde hamamlara ve nehirlere sokulmasını tavsiye etmiş böylece Şahmeranın yerini bilen varsa onu bulabileceklerini söylemiş. Vezirde ülkedeki herkesi hamamlara sokmaya başlamış. Askerler Tahmasp’ın yaşadığı köye de gelmişler ve herkesi toplayarak büyük bir hamama götürmüşler. Tahmasp Şahmerana verdiği sözü hatırlayarak önce gitmek istememiş. Ancak askerler onu zorla içeri sokmuşlar. Tahmasp hamama girdikten sonara herkesin gözünün üzerine dikildiğini fark etmiş. Kendisine bakınca bütün vücudunun yılanlarınki gibi pullarla kaplandığını fark etmiş. Askerler hemen Tahmasp’ı yakalayarak vezirin huzuruna getirmişler.

Kötü kalpli vezirin amacı kralı iyileştirmek falan değilmiş. Şahmeranı yakalayıp dünyanın bütün sırlarına sahip olmak istiyormuş. Tahmasp’a günlerce işkence yaptıktan sonra Şahmeranın yerini söyletmiş. Askerler hemen gidip Tahmasp’ın söylediği yerde mağarayı bulmuşlar ve Şahmeranı oradan çıkarıp saraya getirmişler. Şahmeran ve Tahmasp kralın huzurunda karşı karşıya gelmişler. Şahmeran üzüntülü ve utanç dolu Tahmasp’a dönmüş:

- Ey sevdiğim, üzülme. Biliyorum ki sen bana kendi canın için ihanet etmedin ama bende sana dememiş miydim bu topraklarda aşklar ölümünedir diye. Bak şimdi anladın mı? Sen üzülme ne olur!

Tahmasp Şahmeranın bu sözleri karşısında daha da utanmış. Şahmeran sözlerine devam etmiş.

- Şimdi size sırrımı vereceğim. Kim ki benim kuyruğumdan bir parça koparıp yerse O bütün dünyanın sırrına ve gizemine vakıf olacak. Her kim ki benim kafamdan bir parça koparıp yerse o da o anda öte dünyayı boylayacak.

Şahmeran daha sözlerini bitirmeden kötü kalpli vezir elinde kocaman kılıcı ile atılıp Şahmeranın bedenini iki parçaya ayırmış. Ve kuyruğundan bir parça koparmış Tahmasp’ta duyduğu acı ve utancın etkisi ile fırlayıp oracıkta ölmek için sevdiğinin, Şahmeranın kafasından bir parça ısırıvermiş. Kötü kalpli vezir kuyruktan kopardığı parçayı ağzına atar atmaz oracıkta can vermiş. Tahmasp’a ise hiçbir şey olmamış Şahmeran son anda yaptığı planı ile bütün bilgisinin sevdiğine geçmesine sebep olmuş. Ancak Tahmasp sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayarak kendisini dışarı atmış ve dağ bayır, ülke ülke dolaşmaya başlamış. O günden sonrada Lokman Hekim efsanesi almış başını yürümüş.



Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi

Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi

(Yunuz Emre)



Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi

Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi

(Yunuz Emre)



Nem Kaldı

Parsel parsel eylemişler dünyayı
Bir dikili taştan gayrı nem kaldı
Dost elinden ayağımı kestiler
Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı

Padişah değilem çıksem otursam
Saraylar kursam da asker yetirsem
Hediyem yoktur ki dosta götürsem
İki damla yaştan gayrı nem kaldı

Mahsuni Şerif’im çıksam dağlara
Rast gelsem de avcı vurmuş marala
Doldur tüfeğini beni yarala
Bir yaralı döşten gayrı nem kaldı

(Aşık Mahzuni Şerif, Afşin)



Nem Kaldı

Parsel parsel eylemişler dünyayı
Bir dikili taştan gayrı nem kaldı
Dost elinden ayağımı kestiler
Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı

Padişah değilem çıksem otursam
Saraylar kursam da asker yetirsem
Hediyem yoktur ki dosta götürsem
İki damla yaştan gayrı nem kaldı

Mahsuni Şerif’im çıksam dağlara
Rast gelsem de avcı vurmuş marala
Doldur tüfeğini beni yarala
Bir yaralı döşten gayrı nem kaldı

(Aşık Mahzuni Şerif, Afşin)



Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!

Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış, yalınız şekli: Buda.

Siz gidin, saffet-i İslam’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün,

Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.

Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;
Acizin hakkını i’laya samimi gayret;

En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;

“Öleceksin!” denilen noktada merdane sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,

İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,
Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek.

Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.
Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.

Medeniyyet girmiş yalınız fenniyle.
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.

Dikilip sahile binlerce basiret, im’an;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!

Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.

Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde.
Togo’nun umduğumuz tavrı mı vardır? Nerde.

“Gidelim!” der, götürür! sonra gelip ta yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.

Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde, Osmanlı’ların gayreti lazım arada.

Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i İlahiyi mi bilmem, bekler?

(Mehmet Akif Ersoy)



Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!

Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış, yalınız şekli: Buda.

Siz gidin, saffet-i İslam’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün,

Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.

Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;
Acizin hakkını i’laya samimi gayret;

En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;

“Öleceksin!” denilen noktada merdane sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,

İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,
Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek.

Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.
Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.

Medeniyyet girmiş yalınız fenniyle.
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.

Dikilip sahile binlerce basiret, im’an;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!

Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.

Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde.
Togo’nun umduğumuz tavrı mı vardır? Nerde.

“Gidelim!” der, götürür! sonra gelip ta yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.

Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde, Osmanlı’ların gayreti lazım arada.

Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i İlahiyi mi bilmem, bekler?

(Mehmet Akif Ersoy)




Küçük Ali yakaladığı güvercini kesmek üzere yere yatırmıştı. Bıçağını çıkarırken güvercin yalvardı:
— Benim etimden sana bir fayda gelmez. Ama edeceğim nasihattan çok fayda gelir. Beni bırak da sana çok değerli üç nasihat vereyim.
Ali buna razı oldu. Güvercini bıraktı. Güvercin sevinçle uçup karşısındaki bir ağaca kondu. Başladı nasihatlarını sıralamaya:
— Elinden bir fırsat kaçırırsan ah vah edip durma. Geçiver.
— Zahmeti çok az ama mükâfatı çok bol şey vadederlerse hemen inanma, düşünmeye başla.
Güvercin bundan sonra şöyle dedi:
— Ey aptal, beni neden bıraktın? Halbuki benim midemde iki kilo ağırlığında kocaman bir elmas vardı, eğer beni hemen şuracıkta kesip alsaydın, dünyanın en zengin adamı olurdun.
Ali bunu duyunca öyle bir pişman oldu ki, neredeyse düşüp bayılacaktı. Kendini güç belâ tutup güvercine sordu:
— Söyle bakalım üçüncü nasihatin nedir?
Güvercin kanatlarını çırparak şöyle dedi:
— Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Çünkü sen önce söylediklerimi tutmadın, daha ne söyleyeyim.
Gurk gurk öttükten sora devam etti:
— Ben sana bir fırsat kaçırırsan çok üzülme dedim. Ama üzüldün. Karnımda mücevher olduğunu söylediğimde az daha bayılacaktın. Tekrar öttü ve güldü:
— Az zahmetle çok şey vaad ederlerse ona da inanma, demiştim. Midemde iki kiloluk elmas olduğunu söyleyince hemen inandın, hiç düşünmedin. Halbuki benim ağırlığım ne ki midemde iki kilo mücevher bulunsun!
— Güvercin pır diye uçtu. Ali de orada düşünceye daldı. Güvercin haklıydı. İnsan her söze kanmamalı, her şeyi inceden inceye ölçüp biçmeliydi.




Küçük Ali yakaladığı güvercini kesmek üzere yere yatırmıştı. Bıçağını çıkarırken güvercin yalvardı:
— Benim etimden sana bir fayda gelmez. Ama edeceğim nasihattan çok fayda gelir. Beni bırak da sana çok değerli üç nasihat vereyim.
Ali buna razı oldu. Güvercini bıraktı. Güvercin sevinçle uçup karşısındaki bir ağaca kondu. Başladı nasihatlarını sıralamaya:
— Elinden bir fırsat kaçırırsan ah vah edip durma. Geçiver.
— Zahmeti çok az ama mükâfatı çok bol şey vadederlerse hemen inanma, düşünmeye başla.
Güvercin bundan sonra şöyle dedi:
— Ey aptal, beni neden bıraktın? Halbuki benim midemde iki kilo ağırlığında kocaman bir elmas vardı, eğer beni hemen şuracıkta kesip alsaydın, dünyanın en zengin adamı olurdun.
Ali bunu duyunca öyle bir pişman oldu ki, neredeyse düşüp bayılacaktı. Kendini güç belâ tutup güvercine sordu:
— Söyle bakalım üçüncü nasihatin nedir?
Güvercin kanatlarını çırparak şöyle dedi:
— Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Çünkü sen önce söylediklerimi tutmadın, daha ne söyleyeyim.
Gurk gurk öttükten sora devam etti:
— Ben sana bir fırsat kaçırırsan çok üzülme dedim. Ama üzüldün. Karnımda mücevher olduğunu söylediğimde az daha bayılacaktın. Tekrar öttü ve güldü:
— Az zahmetle çok şey vaad ederlerse ona da inanma, demiştim. Midemde iki kiloluk elmas olduğunu söyleyince hemen inandın, hiç düşünmedin. Halbuki benim ağırlığım ne ki midemde iki kilo mücevher bulunsun!
— Güvercin pır diye uçtu. Ali de orada düşünceye daldı. Güvercin haklıydı. İnsan her söze kanmamalı, her şeyi inceden inceye ölçüp biçmeliydi.


ANLAMINI BİLMEDEN ÇOCUKLARA VERİLEN KUR'AN'DAN KELİMELER
*Kezban : Yalancı demektir.
*Aleyna 'üstümüze bela sıkıntı aksın',
*Bekir, 'deve yavrusu' demektir. (Hz. Ebubekir'in ismi Abdullah'tır Ebubekir lakabıdır.)
*Rumeysa 'gözü çapaklı kadın' demektir.
*Hüreyre, 'kedicik' demektir.
*Kayra eski Türk mitolojisinde 'tanrı' demektir.
*Melis, Yunan mitolojisinde 'tanrıça' demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir.
*Erçin 'ücret' anlamına gelir.
*Gülsüm : Gariban, zavallı kimsesiz anlamındadır.
*Julide: Farsça'da dağınık, perişan demektir.
*İrem: Cennet bahçesi olarak bilinen İrem ise Allah'ın gazabına uğrayan sahte cennettir.
*Bade ismi içki demektir.
*Hannas ismi şeytanın ismi.

KUR'AN'DA VAR DİYE BU İSİMLERİ ÇOCUKLARINIZA VERMEYİN! MEKRUH OLAN İSİMLER (haberinden okuyabilirsiniz) Link aşağıda

Kaynak : http://www.internethaber.com/kurani-kerimdeki-isimler-kuran-kurandaki-mekruh-esma-ul-husna-allahin-isimleri--467610h.htm#ixzz28qW0fgDa


Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, Kur'anda var olan ama anlamları çok tehlikeli olan o isimleri açıkladı...

Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, ''Aileler çocuklarına Kur'an'dan isim koymak isterken ismin anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela Sanem ismi çocuğa verilmemeli, Sanem, put demektir. Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı üstümüze bela, sıkıntı demektir'' dedi.

Yrd. Doç. Dr. Öztürk, çocuğa isim vermenin kültürel, sosyal ve dini açıdan önemli bir konu olduğuna işaret etti. Pek çok ailenin Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri çocuklarına vermek istediklerini söyleyen Öztürk, Kur'an'da geçen her kelimenin ise isim olarak konulamayacağını hatırlattı.



Günümüzde yaygın olan ve Kur'an'da geçtiği için konulan çok sayıda ismin anlamının yanlış olarak bilindiğini, gerçek anlamlarının ise isim olarak verilemeyeceğini ifade eden Öztürk, çocuklarına Kur'an'dan isim koymak isteyen aileleri seçici davranmaları konusunda uyardı.

ANLAMLARINI BİLMEDEN VERİYORLAR
Kuran'dan isim konulurken seçilen kelimenin gerçek anlamının öğrenilmesi için uzman kişilere danışılmasını tavsiye eden Öztürk, isim kitaplarında veya internette geçen adların anlamlarının da irdelenmesini istedi.
Öztürk, şöyle devam etti:
''Aileler çocuklarına Kuran'dan isim koymak isterken ismin anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela Sanem ismi çocuğa verilmemeli, Sanem, put demektir, Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı üstümüze bela, sıkıntı aksın demektir. Kuran'da geçen her kelimenin isim olmayacağı bilinmelidir. Kur'an-ı Kerim'de geçen her kelime 'Bu Kuran'da geçiyor isim olur'' mantığıyla çocuklara verilmemelidir. Kur'an'da geçen kelimelerin anlamı iyi bilinmelidir.

İSİMLER VE MANALARI


*Kezban ismi Kur'an'da geçiyor diye veriliyor. Oysa Kezban yalancı demektir. Çocuğa bu ismi koyarsanız, 'yalancı, yalancı' diye çağırmak zorunda kalırsınız.
*Aleyna 'üstümüze bela sıkıntı aksın',
*Bekir, 'deve yavrusu' demektir. Hz. Ebubekir'in ismi Abdullah'tır Ebubekir lakabıdır. Bu husus karıştırılmamalıdır.
*Rumeysa 'gözü çapaklı kadın' demektir.
*Hüreyre, 'kedicik' demektir.
*Kayra eski Türk mitolojisinde 'tanrı' demektir, Allah'tan başka ilah mı olur? Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır.
*Melis, Yunan mitolojisinde 'tanrıça' demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir. *Erçin 'ücret' anlamına gelir. Bir insanın ücreti olamaz.''

İŞTE MEKRUH OLAN İSİMLER

Dinen mekruh sayılan isimler de olduğunu vurgulayan Öztürk, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Resul, Nebi, Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil isimleri konulmamalı, hoş değil.
*Samet ismi, hiç kimseye muhtaç olmayan demektir. Bu sadece Allah'a mahsus bir durumdur, isim olarak kullanılamaz.
*Gülsüm gariban, zavallı kimsesiz anlamındadır.
*Julide Farsça'da dağınık, perişan demektir.
*İrem: Cennet bahçesi olarak bilinen İrem ise Allah'ın gazabına uğrayan sahte cennettir.
*Bade ismi içki demektir.
*Hannas ismi şeytanın ismi.
*Alara, Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil gayrimüslim isimleridir ve çocuklara konulmamalıdır. Anlamı kötü olan, anlamsız şeyler de çocuklara isim olarak konulmamalıdır.''

HER DİLDEN İSİM OLABİLİR!
Yrd. Doç. Dr. Öztürk, ''İsim her dilden olabilir. Yeter ki anlamı güzel olsun, yaşadığı toplum ve kültüre yabancı olmasın'' dedi.
Barış, Mert, Özgür, Sevgi gibi isimlerin kullanılabileceğini, aynı şekilde Kerim, Macit, Zeynep, Hasan, Abdullah, Kevser, Abdurrahman gibi isimlerin çocuklara verilmesinde bir sakınca olmadığını aktaran Öztürk, isimlerde Allah'a kulluğun ifade edilmesi gerektiğini vurgulayarak, İslam büyüklerinden hatıra kalan isimlerin kullanılabileceğini, halk arasında yaygın olan Fatma, Ayşe, Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa, Zeynep gibi isimlerin de benimsendiğini söyledi.


Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk'ün açıklaması ile 'dini' isimler mercek altına alındı. İlahiyatçılar bakın ne diyor?

 Kur'an'daki bazı kelimeleri isim olarak koyanları açıklamaları ile şaşkına çeviren Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, Habertürk'te canlı yayına katıldı.

Müftü Öztürk açıklamalarındaki asıl maksadın, "manası bilinmeyen kelimelerin" çocuklara isim olarak konulmasının yanlış olduğunu göstermek olduğunu söyledi.

Kur'an'ı Kerim'in ilim ve din kitabı olduğunu hatırlatan Müftü Öztürk, "Kuranı Kerim isim verme kitabı değildir. Ku'an 'ı Kerim bir bilmece kitabı değildir. Kur'an bir şifre kitabı değildir. Son dönemde insanlar isimler güzel olsun diye Kur'andan herhangi bir kelimeyi alıp veriyorlar. Buna dikkat çektim bende..." dedi.

MANASI GÜZEL OLSUN

İsimlerin manalarına önem verilmesi gerektiğinin altını çizen Müftü Öztürk, "Ben isimler üzerinde durmuyorum. Güzel isim olsun. Sırf Kur'anda geçiyor diye çocuğa isim koymak yanlıştır. İsimler örf ve adetlerimize uygun olmalı, halkın kabul ettiği isimler çocuklara isim olarak verilebilir." diye konuştu.

İnsanların çocuklarına koydukları isimleri eleştirmek ya da tenkit etmek gibi bir niyetinin olmadığını vurgulayan müftü, çocuğa ad verilirken halka mal olmuş, sevilen ve manası güzel olan isimlerin tercih edilmesini önerdi.

ALLAH'IN İSİMLERİNİ VERMEK GÜNAH MI?

Rahman, Celil, Cemal, Aziz, Baki, Gafur, Gani, Hadi, Hafız, Halim, Kerim, Latif, Mecid, Metin, Veli, Zahir gibi Esma ül Hüsna'daki isimlerden birini çocuklara vermek günah mıdır?

Habertürk'teki canlı yayına katılan ilahiyatçı Profesör Doktor Saim Yeprem bu isimleri koymanın "günah" olmadığını ancak makbul de olmayacağını söyledi. Sebebini de şöyle izah etti;

"Bu isimlerin Allah'ın isimleri olduğu düşünüldüğünde çocuğunuzu azarlayıp kızdığınızda, ona kötü bir söz söylediğinizde Allah'ın o sıfatına da kızmış, kötü söz etmiş oluyorsunuz. Allah'ın isimlere insanlara konulduğunda yanlış hitaplara sebep olabilir. Buna rağmen dinde kesin bir hüküm yoktur".

HANGİ İSİMLER KONULMALI?

Profesör Yeprem'e göre Kur'an'dan rastgele isim seçmek çok yanlış. Zira mana bilinmediği için çocuğa farkına varmadan kötü bir sıfat verilmiş oluyor.

Önemli olanın verilen ismin manası olduğuna dikkat çeken Prof. Yeprem, "Peygamberimizin çocuklarınıza iyi güzel isimler koyun tavsiyesi vardır. Toplumda benimsenmiş, bilinen, sevilen isimleri koymakta fayda var. Bir kelime sırf Kur'an'da geçiyor diye çocuğa verilmez. Mesela Aleyna bir isim değildir, iki hecelik bir zarftır. Geçtiği yere göre de manası değişir. Bunu isim olarak kullanmak Arap diliyle ilgili bilgimiz olmadığını gösteriyor. Mesela Sanem, put anlamına geldiği gibi mecaz olarak da çok güzel demektir. Burada önemli olan bu kelimeler kullanıldığı zaman yahut anlamları hatıra gelince insanı utandırıp mahçup etmeyecek ve kötü anlamlar içermeyecek şekilde olmasıdır" dedi.


Kaynak : http://www.internethaber.com/kurani-kerimdeki-isimler-kuran-kurandaki-mekruh-esma-ul-husna-allahin-isimleri--467610h.htm#ixzz28qX2uAYU





ANLAMINI BİLMEDEN ÇOCUKLARA VERİLEN KUR'AN'DAN KELİMELER
*Kezban : Yalancı demektir.
*Aleyna 'üstümüze bela sıkıntı aksın',
*Bekir, 'deve yavrusu' demektir. (Hz. Ebubekir'in ismi Abdullah'tır Ebubekir lakabıdır.)
*Rumeysa 'gözü çapaklı kadın' demektir.
*Hüreyre, 'kedicik' demektir.
*Kayra eski Türk mitolojisinde 'tanrı' demektir.
*Melis, Yunan mitolojisinde 'tanrıça' demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir.
*Erçin 'ücret' anlamına gelir.
*Gülsüm : Gariban, zavallı kimsesiz anlamındadır.
*Julide: Farsça'da dağınık, perişan demektir.
*İrem: Cennet bahçesi olarak bilinen İrem ise Allah'ın gazabına uğrayan sahte cennettir.
*Bade ismi içki demektir.
*Hannas ismi şeytanın ismi.

KUR'AN'DA VAR DİYE BU İSİMLERİ ÇOCUKLARINIZA VERMEYİN! MEKRUH OLAN İSİMLER (haberinden okuyabilirsiniz) Link aşağıda

Kaynak : http://www.internethaber.com/kurani-kerimdeki-isimler-kuran-kurandaki-mekruh-esma-ul-husna-allahin-isimleri--467610h.htm#ixzz28qW0fgDa


Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, Kur'anda var olan ama anlamları çok tehlikeli olan o isimleri açıkladı...

Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, ''Aileler çocuklarına Kur'an'dan isim koymak isterken ismin anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela Sanem ismi çocuğa verilmemeli, Sanem, put demektir. Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı üstümüze bela, sıkıntı demektir'' dedi.

Yrd. Doç. Dr. Öztürk, çocuğa isim vermenin kültürel, sosyal ve dini açıdan önemli bir konu olduğuna işaret etti. Pek çok ailenin Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri çocuklarına vermek istediklerini söyleyen Öztürk, Kur'an'da geçen her kelimenin ise isim olarak konulamayacağını hatırlattı.



Günümüzde yaygın olan ve Kur'an'da geçtiği için konulan çok sayıda ismin anlamının yanlış olarak bilindiğini, gerçek anlamlarının ise isim olarak verilemeyeceğini ifade eden Öztürk, çocuklarına Kur'an'dan isim koymak isteyen aileleri seçici davranmaları konusunda uyardı.

ANLAMLARINI BİLMEDEN VERİYORLAR
Kuran'dan isim konulurken seçilen kelimenin gerçek anlamının öğrenilmesi için uzman kişilere danışılmasını tavsiye eden Öztürk, isim kitaplarında veya internette geçen adların anlamlarının da irdelenmesini istedi.
Öztürk, şöyle devam etti:
''Aileler çocuklarına Kuran'dan isim koymak isterken ismin anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela Sanem ismi çocuğa verilmemeli, Sanem, put demektir, Aleyna sıkça duyduğumuz bir isim ama anlamı üstümüze bela, sıkıntı aksın demektir. Kuran'da geçen her kelimenin isim olmayacağı bilinmelidir. Kur'an-ı Kerim'de geçen her kelime 'Bu Kuran'da geçiyor isim olur'' mantığıyla çocuklara verilmemelidir. Kur'an'da geçen kelimelerin anlamı iyi bilinmelidir.

İSİMLER VE MANALARI


*Kezban ismi Kur'an'da geçiyor diye veriliyor. Oysa Kezban yalancı demektir. Çocuğa bu ismi koyarsanız, 'yalancı, yalancı' diye çağırmak zorunda kalırsınız.
*Aleyna 'üstümüze bela sıkıntı aksın',
*Bekir, 'deve yavrusu' demektir. Hz. Ebubekir'in ismi Abdullah'tır Ebubekir lakabıdır. Bu husus karıştırılmamalıdır.
*Rumeysa 'gözü çapaklı kadın' demektir.
*Hüreyre, 'kedicik' demektir.
*Kayra eski Türk mitolojisinde 'tanrı' demektir, Allah'tan başka ilah mı olur? Çocuğa tanrı ismi konulmamalıdır.
*Melis, Yunan mitolojisinde 'tanrıça' demektir, şişman ve tembel anlamlarına da gelir. *Erçin 'ücret' anlamına gelir. Bir insanın ücreti olamaz.''

İŞTE MEKRUH OLAN İSİMLER

Dinen mekruh sayılan isimler de olduğunu vurgulayan Öztürk, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Resul, Nebi, Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil isimleri konulmamalı, hoş değil.
*Samet ismi, hiç kimseye muhtaç olmayan demektir. Bu sadece Allah'a mahsus bir durumdur, isim olarak kullanılamaz.
*Gülsüm gariban, zavallı kimsesiz anlamındadır.
*Julide Farsça'da dağınık, perişan demektir.
*İrem: Cennet bahçesi olarak bilinen İrem ise Allah'ın gazabına uğrayan sahte cennettir.
*Bade ismi içki demektir.
*Hannas ismi şeytanın ismi.
*Alara, Rosa, İleyda bunlar İslam isimleri değil gayrimüslim isimleridir ve çocuklara konulmamalıdır. Anlamı kötü olan, anlamsız şeyler de çocuklara isim olarak konulmamalıdır.''

HER DİLDEN İSİM OLABİLİR!
Yrd. Doç. Dr. Öztürk, ''İsim her dilden olabilir. Yeter ki anlamı güzel olsun, yaşadığı toplum ve kültüre yabancı olmasın'' dedi.
Barış, Mert, Özgür, Sevgi gibi isimlerin kullanılabileceğini, aynı şekilde Kerim, Macit, Zeynep, Hasan, Abdullah, Kevser, Abdurrahman gibi isimlerin çocuklara verilmesinde bir sakınca olmadığını aktaran Öztürk, isimlerde Allah'a kulluğun ifade edilmesi gerektiğini vurgulayarak, İslam büyüklerinden hatıra kalan isimlerin kullanılabileceğini, halk arasında yaygın olan Fatma, Ayşe, Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa, Zeynep gibi isimlerin de benimsendiğini söyledi.


Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk'ün açıklaması ile 'dini' isimler mercek altına alındı. İlahiyatçılar bakın ne diyor?

 Kur'an'daki bazı kelimeleri isim olarak koyanları açıklamaları ile şaşkına çeviren Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk, Habertürk'te canlı yayına katıldı.

Müftü Öztürk açıklamalarındaki asıl maksadın, "manası bilinmeyen kelimelerin" çocuklara isim olarak konulmasının yanlış olduğunu göstermek olduğunu söyledi.

Kur'an'ı Kerim'in ilim ve din kitabı olduğunu hatırlatan Müftü Öztürk, "Kuranı Kerim isim verme kitabı değildir. Ku'an 'ı Kerim bir bilmece kitabı değildir. Kur'an bir şifre kitabı değildir. Son dönemde insanlar isimler güzel olsun diye Kur'andan herhangi bir kelimeyi alıp veriyorlar. Buna dikkat çektim bende..." dedi.

MANASI GÜZEL OLSUN

İsimlerin manalarına önem verilmesi gerektiğinin altını çizen Müftü Öztürk, "Ben isimler üzerinde durmuyorum. Güzel isim olsun. Sırf Kur'anda geçiyor diye çocuğa isim koymak yanlıştır. İsimler örf ve adetlerimize uygun olmalı, halkın kabul ettiği isimler çocuklara isim olarak verilebilir." diye konuştu.

İnsanların çocuklarına koydukları isimleri eleştirmek ya da tenkit etmek gibi bir niyetinin olmadığını vurgulayan müftü, çocuğa ad verilirken halka mal olmuş, sevilen ve manası güzel olan isimlerin tercih edilmesini önerdi.

ALLAH'IN İSİMLERİNİ VERMEK GÜNAH MI?

Rahman, Celil, Cemal, Aziz, Baki, Gafur, Gani, Hadi, Hafız, Halim, Kerim, Latif, Mecid, Metin, Veli, Zahir gibi Esma ül Hüsna'daki isimlerden birini çocuklara vermek günah mıdır?

Habertürk'teki canlı yayına katılan ilahiyatçı Profesör Doktor Saim Yeprem bu isimleri koymanın "günah" olmadığını ancak makbul de olmayacağını söyledi. Sebebini de şöyle izah etti;

"Bu isimlerin Allah'ın isimleri olduğu düşünüldüğünde çocuğunuzu azarlayıp kızdığınızda, ona kötü bir söz söylediğinizde Allah'ın o sıfatına da kızmış, kötü söz etmiş oluyorsunuz. Allah'ın isimlere insanlara konulduğunda yanlış hitaplara sebep olabilir. Buna rağmen dinde kesin bir hüküm yoktur".

HANGİ İSİMLER KONULMALI?

Profesör Yeprem'e göre Kur'an'dan rastgele isim seçmek çok yanlış. Zira mana bilinmediği için çocuğa farkına varmadan kötü bir sıfat verilmiş oluyor.

Önemli olanın verilen ismin manası olduğuna dikkat çeken Prof. Yeprem, "Peygamberimizin çocuklarınıza iyi güzel isimler koyun tavsiyesi vardır. Toplumda benimsenmiş, bilinen, sevilen isimleri koymakta fayda var. Bir kelime sırf Kur'an'da geçiyor diye çocuğa verilmez. Mesela Aleyna bir isim değildir, iki hecelik bir zarftır. Geçtiği yere göre de manası değişir. Bunu isim olarak kullanmak Arap diliyle ilgili bilgimiz olmadığını gösteriyor. Mesela Sanem, put anlamına geldiği gibi mecaz olarak da çok güzel demektir. Burada önemli olan bu kelimeler kullanıldığı zaman yahut anlamları hatıra gelince insanı utandırıp mahçup etmeyecek ve kötü anlamlar içermeyecek şekilde olmasıdır" dedi.


Kaynak : http://www.internethaber.com/kurani-kerimdeki-isimler-kuran-kurandaki-mekruh-esma-ul-husna-allahin-isimleri--467610h.htm#ixzz28qX2uAYU